 |
|
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193 |
|
|
|
|
|
Ekleyen |
|
|
İNTİFADA ÖYKÜLERİ bu öyküler ağlatsın bizleri... |
|
|
395 Mesaj -
|
|
Kayıt Tarihi: 26.12.2007
|
En Son On: 14.06.2008 - 18:49
|
Cinsiyeti: Erkek
|
|
Aşk-I Memnu
Adı, soyadın?
Muhammed Hicazi.
İkamet yerin?
El-Halil
Al bakalım, gidebilirsin.
İşlemlerim bitti mi?
Bitti.
Teşekkür ederim.
Uzatılan evrakları heyecanla aldı. Titreyen elleriyle sıkıca kavramaya çalıştı. Çıkışa yönelip binadan ayrıldı. Kalbinde tarif edemediği bir heyecan vardı. Mutluluğu yüzünden okunuyordu ihtiyar adamın.
50 yaşlarında çökmüş bir adamdı. Gözlerini dünyaya açtığından bu yana işgalci İsrail'in zulmü eksik olmamıştı başından. Çocukluğundaki çile; yaşlandıkça artmış, hep çoğalmıştı. Çileyi beraberinde büyütüyordu ihtiyar Hicazi. Ama bugün farklıydı. Yıllar var ki bu anı, heyecanı dinmeyen bir umutla beklemişti: Hacca gidecek, ay boyunca Mekke ve Medine'de kalacak, hacı olup dönecekti. "Acaba Ümmü Ahmed işlemleri bitirdiğimi öğrenince ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Eve varıncaya kadar geçtiği caddeler, sokaklar, karşılaştığı insanlar birer siluet gibiydi gözlerinde. Öyle ki rastladığı eli silahlı İsrail askerleri, tanklar, cemseler dahi onu daldığı hülyalarından ayırmamıştı. Mekke İ..
Aşkın doğduğu mekân. Medine!.. Sevgilinin diyarı...
Gönüllere kazınan bir duyguydu her müslüman yürekte. Vuslatı hep gözlenen, hicramyla yürekler dağlanan bir aşk, bir sevdaydı O sevgiliye varmak. O'na yüreğinin derinliklerinden haykıran bir selamla selam vermek; "Esselamu aleyke ya Resulallah" demek...
Sonra duygularını sevgilinin ayaklarının dibine dökmek: İşte geldim... İşte geldim Efendim. Yıllar var ki eşim, yıllar var ki işim, yıllar var ki aşım engel oldu vuslata. Aha şuramda hasret tak etti canıma ey Efendim. Huzurunda-yım.. .Nice çöller aştım aşkın uğruna, nice badireler atlattım. Kimine madde engel olduysa da Efendim, bana senin düşmanların... senin düşmanların olan işgalciler engeldi. Gönlümde kor bir sevdan, beni sürüm sürüm süründürüp huzuruna getirdi. Ben sana meftun Efendim, ben sana vurgun...
Hey! Hicazi! Kendi kendine ne konuşuyorsun öyle!
Ah! Sen miydin Abbas? dedi ihtiyar Hicazi.
Benim ya! Ne konuşuyordun öyle kendi kendine. Sakın bunadığmı söyleme bana.
Tebessüm etti Muhammed Hicazi: İki komşu sürekli birbirlerine takılır, muhabbetle söyleşirlerdi.
Merak etme Abbas ,henüz bunamadım..
Ee! Neymiş öyleyse?
Hacca gidiyorum, hacca...
Şaşkın şaşkın ihtiyar Hicazi'nin yüzüne bakıyordu Abbas.
|
Ekleme Tarihi: 06.03.2008 - 12:15 |
|
|
|
395 Mesaj -
|
|
Kayıt Tarihi: 26.12.2007
|
En Son On: 14.06.2008 - 18:49
|
Cinsiyeti: Erkek
|
|
Hayırlı olsun komşum. Senin adına çok sevindim. Bakma benim pervasızlığıma.
Önemli değil Abbas, seni bilirim. Bir çocuk gibi heyecanlıyım. Bu heyecanla her an Ölebilirim. Yıllardır bu anı bekliyordum. Nihayet Rabbim nasip etti.
Ama! dedi Abbas.
Aması ne komşu.
Biraz durdu. Söyleyip söylememekte tereddüt etti. -Yok bir şey dedi. İnşaallah hayırlısıyla gider, gelirsin.
Allah razı olsun. Ben biran önce eve gideyim. Ümmü Ahmed'e sürpriz yapacağım. Haydi Allaha emanet ol.
Güle güle Hicazi.
Abbas Sidem, Hicazi'nin samimi bir komşusuydu. Son zamanlarda işgalci İsrail'in hacca gidecek Filistinlileri engelleyeceğine dair bazı söylentiler duymuştu. Hicazi'ye bunları söyleyecekti ki, Hicazi'nin gözlerindeki sevinç ve parıltının sönmesine gönlü razı olmadı. Varsın o sevgi, o saadet ve o mutlulukla sevinsindi. Gerçi yine de belli olmazdı. Henüz her şey netleşmemişti. Kimbilir belki de gideceklerdi o sevgi, o sevda, o aşk diyarına.
İhtiyar Muhammed Hicazi, evinin kapısını vururken her zamankinden hızlı vurduğunun farkında değildi. Kapıyı açan hanımı Ümmü Ahmed, kocasının gözlerindeki parıltıyı hemen farketmişti.
Hoş geldin, dedi.
Hoş bulduk hanım, hoş bulduk.
Heyecanla içeri giren kocasına bakan Ümmü Ahmed, ondaki sırrı düşünüyordu.
Hayırdı inşaaallah, dedi. Sende bir hâl var.
Tebessümle hanımına baktı. Beyaz başörtüsü, nurlu yüzüne ayn bir güzellik katmıştı. Gözlerinin derinliklerinde bir merak huzmesi gördü. Karşısında duran hanımının ellerine cebinden çıkardığı evrakları tutuşturdu. Konuşmadan salondaki koltuğa oturdu. Hanımını seyre koyuldu.
Ümmü Ahmed, bir yandan eline tutuşturulan evrakları karıştırırken, bir yandan da konuşuyordu:
Nedir bunlar Allah aşkına? Beni merakta bırakma da söyle.
Bu evraklar dedi Hicazi. Uzun zamandır senden habersizce halletmeye çalıştığım bir işin evrakları. Yani hacca gidiş evraklarımız Ümmü Ahmed, hacca...
Aval aval bakıyordu kocasına Ümmü Ahmed.
Hacca mı? dedi heyecanla.
Hacca ya! İkimizin evrakları onlar. Gerçekten mi Hicazi, beni hacca mı götüreceksin? Nasıl, sürprizimi beğendin mi? dedi Hicazi kasılarak. Daha sonra başbaşa oturan yaşlı çift heyecanla gidiş hazırlıkları için koyu bir sohbete daldılar.
O yıl beş binden fazla Filistinli hacı adayı vardı. Birçoğu ihtiyar Hicazi gibi heyecan içinde ay boyunca kutsal topraklarda bulunarak haccını yapıp dönecekti. Buna engel olacak bir girişim işgalci İsrail tarafından henüz gösterilmemişti. Ufak söylentiler olsa da Hicazi ve Ümmü Ahmed bunlardan
habersizdi.
Nihayet beklenen gün gelmiş, Hicazi ve hanımının bulunduğu hacı kafilesi Refah kontrol noktasına yaklaşmıştı. İsrailli askerler yoğunlukla bu kontrol noktasında durmuş giriş-çikışları titizlikle yapıyorlardı...
Hicazi arabasının camından kontrol noktasına baktı. Her yer dikenli tellerle çevrilmişti. Geçiş kartları kontrol edilen insanların üzerindeki ezilmişlik psikolojisi açıkça görülüyordu. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar çoğunluktaydı. Sabah ve akşam saatlerinde ise Filistinli işçilerin giriş-çıkışla-nyla kapıdaki kuyruklar daha da uzuyordu. Bazen saatleri bulan bekleyişlere işgalci askerlerin tahrik edici hakaretleri, dövmeleri ve işi ağırdan almaları, geçişleri daha çok uzatıyordu. Filistin, yan açık bir cezaevi gibiydi. Kendi ülkesinde bu kadar eziyete ve işgale maruz kalan başka bir halk var mıydı yeryüzünde?
Saatler geçtikçe konvoy hiç ilerlemiyordu. Homurtular, söylenmeler yavaş yavaş yükseliyordu, ihtiyar Hicazi arabadan inip kalabalığa karıştı. Kontrol noktasına yanaşıp nöbetçi subaya doğru seslendi.
Neden bu kadar bekletiliyoruz? Oralı olmadı subay.
Hey! Size söylüyorum, neden bekletiliyoruz?
Bana mı seslendin ihtiyar?
Kaba konuşmuştu subay. Yine de alttan alma gereğini hissetti Hicazi.
Evet, size seslendim. Bu kadar insan hacca gidiyoruz.
Lütfen bizi bekletmeyin.
Emredersiniz, dedi alayvari bir şekilde. Başka bir arzunuz var mı?
Kızmıştı subay. Hicazi'ye yaklaşıp konuşmasına fırsat vermeden.
Yasak ihtiyar, dedi. Geçiş yasak! Hacca macca gitmek yok!
Bağırdıktan sonra pis pis bıyık altından sırıtıyordu. Birden başı döndü ihtiyar Hicazi'nin. Mekke, Medine....
Ah! dedi birden elini sol göğsüne götürerek, olduğu yere çöktü.
Gözlerinin önünden kutsal beldeler tek tek geçti. Yine hicran, yine hasretin payına düştüğü ihtiyar Hicazi'nin kalbi, bu heyecana dayanamayıp durmuştu. Açık olan gözleri, başına üşüşenlere değil; bir bilinmeyene takılmışcasma aşk-ı memnu diyarına hüzünle kilitlenmiş gibiydi.
|
Ekleme Tarihi: 06.03.2008 - 12:17 |
|
|
|
395 Mesaj -
|
|
Kayıt Tarihi: 26.12.2007
|
En Son On: 14.06.2008 - 18:49
|
Cinsiyeti: Erkek
|
|
Haydi amcaoğlu acele et, geç kalacağız.
Muhyeddin tebessümle baktı Malik'e. Malikle amca-oğullarıydılar. Aynı yaşta ve hemen hemen aynı yapıdaydılar. Tipik bir arap genci olan Muhyeddin henüz yeni terlemiş bıyıklan, simsiyah saçları ve çakır gözleriyle yaşadığı coğrafyanın mazrumiyetinin bilincindeydi.
Zaman zaman elinde sapanı sokaklarda işgalci İsrail askerleri ve tanklarıyla saçsaça başbaşaydı. Puşisini başına doladıktan sonra cebinden çıkardığı taşı öpüyor, Davudi sapanına yerleştiriyor, bir ceylanın sıçrayışı gibi yerinden fırlayıp seke seke atış menziline girdikten sonra "Haydi bismillah!" deyip fırlatıyordu.
Yaşından umulmayan bu caseret Filistin'in tüm gençlerinde bir meziyet olmaktan çok, tabii bir hal almıştı. Zira direnişsiz bir hayat düşünülemezdi bu mazlum coğrafyada. Direniş hayatın bir parçası, direniş hayatın ta kendisiydi.
Acelen ne Malik? Daha bir buçuk saat var iftara. -Amcaoğlu, anlamıyor musun? dedi Malik. Kontrol noktası bu saatte çok kalabalık olacak. Hem...
Hem ne?
Hem biraz erken gidip sofraların serilmesi gibi hizmetlerde bulunmak iyi olmaz mı?
Haklısın Malik. Bak bunu düşünememiştim. Zaten bize yakışan da bu...
İki genç kapıda ayakkabılarını giyip tam yürüyeceklerdi ki Muhyeddin Malik'e:
Ayağmdakiler spor, onları çıkarsan iyi olur, dedi.
Ama...
Haydi! Sen de biliyorsun ki kontrol noktasında askerlerin dikkatini çekebilir. İftarımız zehir olmasın.
Haklısın, bir an düşünemedim.
Malik ayakkabılarını değiştirdikten sonra yola çıktılar. Ana caddeye doğru yol alan iki genç Mescid-i Aksa' ya gidip iftar sofralarına katılacaktı. Ramazan'da Aksa'da iftar bir başkaydı. Gizemli kutsal bir atmosferde yenilen iftar ve kılman teravih, yıllardır süren İsrail zulmü altında verdikleri direniş için enerji depolamak gibiydi. Kendilerine ait bir mekanda, Aksa ve Kubbetu's-Sahra avlularında dindaşlarıyla manevi iklimin havasını teneffüs için tüm Filistinliler aşkla koşardı bu mekana.
İki delikanlı da bu atmosfere doğru yol alıyordu. Geçtikleri her sokak, yürüdükleri her caddedeki evler, zulümden nasibini almıştı. Kiminin ikinci katı, kiminin bir kısmı, kiminin tamamı enkazdı.
Daha dün buldozerlerle askerlerin kontrolünde şu geçtikleri köşede oturan Saliha Ninenin evi yıkılmamış mıydı? Sebep, oğlunun şehadet eylemcisi olmasıymış. Suçu (!) topraklarını savunmak olan Saliha Ninenin oğlu, evinde oturup susmaliymış. "Zulme rıza zulümdür" kaidesinden habersizdi İsrail. Genç-ihtiyar, çocuk kadm her fert bir direnişçi, bir mücadeleciydi bu topraklarda. Tohum tohum, fidan fidan yeşererek büyüyen bu kutsal mekânlarda.
Uzaktan görünen kontrol noktasındaki kuyruk uzundu. Hemen sıraya girdiler. Muhyeddin gözleriyle etrafı süzerken, insanların mazlumiyetine, sahipsizliğine, uğradığı zulümlere şahitlik ediyordu. Askerlerin pervasızca hakaretleri yürekleri dağlayan ayrı bir ızdıraptı.
Aslında halkın bir tür bağışıklık kazandığı bu davranışlar, artık sıradandı. Günlük hayatın bir parçası olacak şekilde tabiiyet kazanmıştı. Fakat zulüm yine de gönüllere silinmez bir öfke, dinmeyen bir acı kazımıştı. Sıra kendilerine geldiğinde: Geç, dedi asker. Şuraya...
Önce Malik alındı. Üstü başı didik didik aranırken, bir diğeri geçiş evraklarını kontrol ediyordu.
Muhyeddin de arama noktasına alındı. İyice arandıktan sonra, kontrol edilen evrakları eline tutuşturulup hakaretlerle geçirildi.
İki arkadaş akbabalar gibi başlarına tüneyen işgalci askerlerin bakışları arasında tel örgülerle donatılmış direklerden meydana gelen ara koridorda ilerlerken bir çığlık duydular.
Bir kadındı bağıran, yaşlı bir Filistinli kadın...
Ne demek niçin gideceksin Aksa'ya? İftara gideceğim tabii ki...
Sana geçiş yok. Geri gönderin, dedi nöbetçi subay.
Hayır gitmeyeceğim, iftara gitmek istiyorum.
Askerler... dedi Subay.
Kadının üzerine çullanan askerler onu sürükleye sü-rükleye kontrol noktasının dışına çıkardılar. Müdahale edenler azarlanıyor, tehditlerle susturuluyordu.
Muhyeddin, Malikle gözgöze geldi. Yumruklarını sıkmış bir halde, geri döndü. Onun bu hareketini gören askerler hemen etrafını sardılar. Nöbetçi subaya hitaben
Muhyeddin sordu:
Sorun nedir komutan? Neden kadına geçiş için izin vermediniz?
Sana hesap mı vereceğim çocuk! Muhyeddinin gözlerindeki kıvılcımı gören subay tüm benliğini saran bir korku hissetti. Neden böyleydi bu gençler? Onları her gördüğünde, her gözgöze gelişinde bir korku hissederdi kalbinde. Halbuki silahı ve çevresinde emrine amade askerleri vardı. İşte bu nedenledir ki her nöbete çıkışında cesaret verici haplar alıyordu. Fakat o çakır gözlerle her karşılaştığında tüm benliğine sinen o korkuyu yine de söküp atamıyordu. En iyisi biran önce baştan savmaktı.
O kadının oğlu, dedi subay. İntihar eylemcisiydi. Ona geçiş yasak, anladın mı? Haydi gidin.
Ama oğlundan dolayı o suçlanamaz ki...
Çocuk!... dedi subay öfkeyle. Sabrımı zorluyorsun, bas git!
Malik hemen Muhyeddinin koluna yapıştı.
Haydi amcaoğlu gidelim, deyip çeke çeke götürdü. Muhyeddin ise öfkesinden burnundan soluyor, çaresizliğin yüreğinden söküp atamıyordu.
Zulüm, Filistinli gençleri çabuk olgunlaştırmıştı. Her an, her saniye coğrafyasında yaşanan bu manzaralar sabır biletiyordu gençlere. Gözlerini kapamadan acıyı yudumlama sanatı olan sabrı... şerha şerha büyüyen bir öfkeyle beslenen bir sanat...
Nihayet ara geçiş olan tel koridordan çıkıp Mescid-i Aksa'nın avlusuna giren gençler heyecanlıydı. Binlerce insan çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadım-erkeğiyle doluş-muştu Aksa'ya. Avlulara serilen sofralar, hizmet için sağa sola koşan gençler, aralarında sohbete dalan kadınlar, bastonlarına dayanmış, ayaküstü konuşan kefiyeli ihtiyarlar, bu hengamede çocukluğundan vazgeçmeyip, birbirlerini kovalayan, oynayan çocuklar... Bir Ramazan tablosuydu Aksa'da yaşananlar.
Malik, dedi Muhyeddin. Ne kadar güzel bir manzara değil mi?
Evet amcaoğlu çok güzel, ama...
Aması ne?" dercesine Malik'e bakan Muhyeddin'in bakışları arasında Malik'in dudaklarından gizemli sözcükler döküldü:
Ama, hüzün kokuyor bu manzara amcaoğlu, hüzün kokuyor!!??
|
Ekleme Tarihi: 06.03.2008 - 12:20 |
|
|
|
395 Mesaj -
|
|
Kayıt Tarihi: 26.12.2007
|
En Son On: 14.06.2008 - 18:49
|
Cinsiyeti: Erkek
|
|
Ceketini kaptığı gibi, hızla kapıya yöneldi. Arkasından bağıran arkadaşlarına cevap verirken dışarı çıktı.
Evden aradılar. Eşim rahatsızlanmış. Acil gitmem lazım.
Merdivenleri ikişer-üçer inerek ana yola çıktı. Kurulmuş bir robot gibi her gün işe gidip geldiği yola koyuldu.
Salim, henüz bir yıllık evli bir gençti. Babası işgalci İsrail askerleri tarafından vurulduğundan bu yana, yetim büyümüştü kendisi gibi yetim büyüyen vatanıyla.
Eşi dokuz aylık hamileydi. Bugün yarın doğum yapacaktı. Zaman zaman artan sancılan tatlı telaşlar yaşatıyordu.
"Her şey yolunda" demiş, "egzersizlerine devam etsin" diye eklemişti doktor. Baba olmanın heyecanıyla dokuz ay boyunca hop oturup hop kalkmıştı Salim.
Hızlı hızlı sokaklarda yürüyen Salim'e döndüğü köşede ansızın biri çarptı. Kendini yerde buldu birden. Kaçan şahıs aniden dönüp Salimi kucakladı kemerine eliyle bir şey sıkıştırırken fısıldadı:
Seni tanıyorum, bunu çok acil yerine ulaştır. Bön bön bakan Salim'e son sözlerini de söyledi.
Filistin için!
Hızla uzaklaştı. Birden kurşun sesleri ortalığı kapladı. İki ateş arasında kalmıştı anlaşılan. Yandaki yıkıntının arasına zor attı kendini. Hızla geçip giden askeri cemseler, askerlerin ayak sesleri birbirine karışmıştı. Kovalamaca sürüp gitti.
Toz bulutu içerisinde başını kaldırıp uzaklaşan askerlere sokakta kayboluncaya kadar baktı. Doğrulup üstünü başını temizledi. Kimdi acaba? Merak etmişti. Devam eden silah seslerinin aniden kesilmesiyle kaçanın
vurulmuş olduğuna hükmetti.
"Mutlaka bir direnişçiydi" dedi kendi kendine. ''Leş kargaları gibi yine üşüşmüşler üzerine"
Uzaktan uzağa işgalci askerleri gözetlemeye koyuldu. Sadece bağırmalar, çağırmalar vardı. Ellerinde kocaman kocaman Amerikan silahları, bir o yana bir bu yana koşuşturuyorlardı."Kahretsin!" dedi. "Rabbim sizi kahretsin, en yakın zamanda"
Yarım asrı aşkın bir direniş sergiliyordu Filistin. Arkasına Amerika gibi bir kan içici vampirin her türlü silah ve siyasi desteğini alan İsrail, işgalini gün be gün kökleştirmeye
çalışıyordu.
Birden eli kemerine gitti Salim'in. Kaçan direnişçinin kemerine sıkıştırdığı da neyin nesiydi? Sağma soluna baktı. Bir köşeye çekilip açtı. Kapalı bir kağıt gördü. "Amir Mahluf a verilecek" yazılmıştı. "Kim bu Amir Mahluf?" diye düşünürken aklına eşinin durumu geldi. Öyle ya, annesi telefonda çabuk gelip hastaneye götürmesini söylemişti. Kapalı kağıdı hemen cebine yerleştirdi. Hızlı adımlarla evine doğru yürüdü.
"Aman Allahım!" dedi kendi kendine yürürken. "Nasıl da düşünemedim. Amir Mahluf..." Evet tanıyordu Amiri. Direnişin askeri kanadını temsil eden kahramandı. Direniş onunla gurur duyuyordu.
Kulaklarında "Bunu çok acil yerine ulaştır" diyen direnişçinin sözleri yankılandı. Bir ikilem içindeydi. "Eşim, direniş! Allahım!" Ansızın durdu. Kararını vermişti. Yolunu değiştirip ara sokaklara daldı, gözden kayboldu.
Önünde durduğu kapıyı tıkladı. Kapıyı yağız bir Arap delikanlısı açtı. Genişçe bir odaya alındı. Biraz sonra içeri giren şahsın önünde ayağa kalktı. Hiçbir şey demeden elindeki kapalı kağıdı ona uzattı. Adam kağıdı açıp uzun uzun baktı.Vurdular mı dedi?
Evet, dedi Salim. Onu şehid ettiler.
İntikamı boynumuza borç olsun. Sen git istersen. Salim, girdiği evden çıkarken tekrar sokaklara daldı. En kestirme yollardan eve varmalı, eşini hastaneye kavuşturmalıydı.
Sabah çıktığı işten evine ikindi sonrası varan Salim, kapıyı tıkladı. Kapıyı açan annesi öfkeliydi.
Neredesin oğlum, sabahtan beri seni bekliyoruz.
Tamam anne, geldim.
Çabuk bir araba bul, doğdu, doğacak.
Eşinin olduğu odaya vardı. Acılar içinde kıvranan hayat arkadaşına baktı.
Salim, dedi genç kadın ümitle, geldin mi?
Geldim canım, korkma! Şimdi bir taksi getirir seni hastaneye götürürüm tamam mı?
Acele et Salim, dayanamıyorum.
Girdiği kapıdan hemen çıkan Salim, iki sokak ötede oturan arkadaşı Rahman'a koşarcasına gitti: "İnşaallah evdedir" dedi kendi kendine. Sokağı dönünce Rahman'm arabasını gördü. "Elhamdülillah evdeymiş" dedi.
Kapıyı hızlı hızlı çaldı.
Kim o? dedi, kapının arkasından bir erkek sesi.
Rahman, benim Salim, dedi telaşlı telaşlı. Hızla açılan kapıda beliren Rahman sordu:
Ne oldu Salim, neden telaşlısın böyle?
Eşim, eşim doğurmak üzere, hastaneye götürmemiz lazım. Taksinle götürseydik.
Bekle hemen geliyorum.
İçeri giren Rahman'la az sonra yola çıkmışlardı. Evinin önünde durduklarında, bir koşuda içeri fırladı Salim. Biraz sonra genç eşi ve annesiyle beraber taksiye bindiler.
Hızla ilerleyen araç kontrol noktasına yöneldi. Yola barikat kuran askerler takside bir olağanüstülük sezmişlerdi.
Ne oluyor, dedi yaklaşan asker.
Eşim, dedi Salim. Doğurmak üzere, hastaneye yetiştireceğiz.
Geçiş yasak, dedi asker, geçiş yasak.. Duran araçtan inen Salim, askere yaklaştı.
Anlamadınız galiba, dedi telaşla. Eşim doğum yapacak, acele hastaneye yetiştirmemiz lazım.
Salimle tartışan arkadaşlarının yanma diğer İsrail askerleri de yığıldı. Hepsinin azgından çıkan tek söz, "geçiş yasaktı.
Çaresiz bir şekilde çırpman Salim bir o askere bir bu askere derdini anlatmaya çalışıyordu. Eşinin sancıları arttıkça çığlıkları kulağında yankılanıyordu.
Askerler Rahman'a taksiyi geri çekmesini söylediler. Hiçbir umut yoktu. Nuh diyor peygamber d emiyorlardı.
Oğlum! Salim.
Sesin geldiği tarafa dönünce annesini gördü. Eliyle "gel" işareti yapıyordu. Hızla yanlarına vardı.
Salim, oğlum! Zamanımız yok. Çabuk yardım et.
Bir taraftan annesi, bir taraftan Salim kontrol noktasının yanındaki duvarın arkasına eşini kaldırdılar. Yanlarında getirdikleri örtüyü yere seren annesi "Kimseyi buraya yaklaştırma" dedi. Duvarın diğer tarafına geçen Salim, askerlerin, Rahman'm ve kontrol noktasında bulunanların bakışları arasında kendini yiyip bitiriyordu.
Allahım! Allahım! Bu ne zulüm, kendi vatanımda bunca zulüm, kahretsin..."
Diğer tarafta ise annesinin seslerini duyuyordu.
Derin derin nefes al kızım! Ikın, ıkın! Hah şöyle, hah şöyle, az kaldı kızım, az kaldı...
Yaşadığı bunca zulmün baskısıyla çaresizlik içinde çırpınan Salim, bir ileri bir geri gidip geliyordu. Düşünceler aleminde zulmün odağına kilitlenen Salim'i, ansızın bir ses kendine getirdi. înga, inga, ingaa..
Aman Allahım, dedi sevinçle ne yapacağını bilmez bir halde donup kalmıştı. Duvarın arkasından kundağına sanlı bebeği Salim'e uzatan annesi:
Tebrikler Salim bir oğlun oldu, dedi gözyaşları içinde.
Heyecanla bebeği kucağına alan Salim, annesinin sesiyle ifkildi.
Adını ne koyacaksın oğlum?
Birden durdu Salim. Aval aval annesine baktı. Doğrusu hiç düşünmemişti. Bir kollarındaki çocuğa baktı, bir kontrol noktasındaki askerlere... Yıllardır yaşadığı zulümleri, yaşadığı onca mazlumiyeti düşündü. Askerlerin, bekleyenlerin, annesinin bakışları altında iki adım ileri atarak kollarındaki bebeği aniden havaya kaldırdı.
Direnişimize bir yiğit daha bahşeden Allah'a hamd olsun. Gökler ve yer yaşadıklarımıza, mazlumiyetirnize şahit olsun. Oğlumun adı Mazlum olsun.
Yeni doğan bebek kollan arasında havadayken o anda bir kurşun sesi çınladı Salim'in kulaklarında. Beyaz kundağındaki Mazlum'dan damlayan sıcak kan, Salim'in alnına aktı. Daha doğar doğmaz şehitti Mazlum. Mazlum şehid...
|
Ekleme Tarihi: 06.03.2008 - 12:23 |
|
|
|
395 Mesaj -
|
|
Kayıt Tarihi: 26.12.2007
|
En Son On: 14.06.2008 - 18:49
|
Cinsiyeti: Erkek
|
|
Eski model arabasıyla ana yoldan sapıp ara sokaklara daldı. Gideceği yere 2-3 sokak kala arabasını uygun bir yere park etti. Kapıları kapattıktan sonra yürüdü. Mazlumi-yet kokan mahalle, işgalci İsrail'in zulmünün ufak bir nişa-nesiydi. Her virahane, her harabe yüreğinde öfkeyi kökleş-tirirken, aşkını pekiştiriyordu. Öyle bir aşk ki işgalcinin bağrında patlayacak, yarım asn aşkındır yaşattıkları acının aynısını yaşatacaktı.
"Ya kabul edilmese" diye düşündü. Aklından dahi geçirmek istemedi. Fakat yine de ikirciklenmişti. "Israr eder, kabul ettirmeye çalışırım" dedi kendi kendine.
Dolambaçlı yollardan geçtikten sonra takip edilmediğinden emin bir şekilde gideceği eve yaklaştı. Hemen içeri girmedi. Etrafında bir-iki tur atıp evin güvenli olup olmadığını kontrol etti. Aradığı işareti görünce rahatladı. Hemen kapıya yanaşıp şifreli bir şekilde çaldı. Açılan kapıdan içeri alındı.
Hoş geldin Nebil, nasılsın?
Hoş bulduk Azzam, iyiyim, hamd olsun. iyiyim derken dahi suratından düşen bin parça. Tebessüm et şöyle biraz. İşgal altındayız diye tebessüm etmeyelim mi ha? Biliyorsun müminin mümin kardeşine tebessümü sadakadır.
Biliyorum Azzam, ama yüreğimdeki ateşe söz geçiremiyorum.
Hele şöyle otur da ben bir çay demleyeyim.
Azzam mutfağa geçti. Nebil, süsten uzak, dikkat çekmeyen, sade ve gösterişsiz eve baktı. Duvarda Kubbetu's-Sahra-'mn tüm ihtişamıyla parladığı o meşhur resmi vardı. Karşısında ise karalara bürünmüş matem kubbeli Mescid-i Aksa..." Ah!" dedi içinden. "Özgürlüğünü bir gün görebilecek miyiz sevgili, sana geliyorum. Azadlığın için can vermeye kan vermeye..."
Eveet, dedi Azzam içeri gtierken şöyle bir tavşan kanı çaylarımızı içerken konuşalım Nebil!
Peki Azzam, ama ben yine de ısrarlıyım.
Bak Nebil, dedi Azzam. Sen çocuk doktoru olacaksın. Bir doktorun yetişmesi yılları alır. Filistin'e lazımsın. Neden anlamıyorsun?
Sessiz kaldı Nebil. İkna oımamış bir sessizliğe büründü.
Beni, dedi. Anlamıyorsunuz. Bu arzumdan beni mahrum etmeyin. Yüreğimde dinmeyen bir sevda gibi, aha şuramda bir ateş var, bir aşk... Ne olur yani... Doktorluğun mektebine kayıt yapacaklar çoktur, ama ben şehadet mektebini istiyorum.
"Anlaşılan vazgeçmeyecek bu deli aşık" dedi içinden Azzam.
Pekala Nebil. Ben tekrar söylerim, anlaştık mı? Yüzünde güller açmışçasına gülümsedi.
Lütfen, dedi. Çok arzuladığımı söyle...
Nebil'in ışıl ışıl parıldayan gözlerine bakan Azzam bir «ışî'a şahitlik ediyordu. Dinmeyen, elinin tersiyle dünyayı ve içindekileri red eden, mal ve makamı kabul etmeyen bir direniş aşkı, bir şehadet arzusu gördü Nebiî'in göz bebeklerinde.
"Bu nasıl sevgi Allahım!" dedi içinden. "İşte bu aşk, bu sevdadır bizi yarım asırdan fazla süren bu zulme karşı bileyen, direniş direniş büyüten..."
Nebil'i uğurladıktan sonra diğer odaya geçti. Masanın alt gözündeki zarfı aldı. İçinden bir video kaseti ve bir mektup çıktı. Önce mektubu açıp okudu:
"İki aylık gözlem raporumdur: İki ay boyunca söz konusu güzergahı mesai saatinin bitiminden itibaren gözetledim. Askeri otobüs hafta içi her gün saat 17.15'te nizamiyeden çıkıp görevli subayları lojmanlarına şu yollardan götürmektedir..."
Rapor ince ayrıntılarına varıncaya kadar detaylı bir şekilde yazılmıştı. Sonunda da "...Ekteki video görüntüleri ise askeri otobüsün uğradığı ve yolcu indirdiği durakların görüntüleridir" diye bir not düşürülmüştü.
Azzam, elindeki raporu bitirdikten sonra ayağa kalktı. Pencerenin kalın kırmızı perdesini çekti. Odayı loş bir ışık sardı. Kaseti videoya yerleştirdikten sonra ekrandan izlemeye koyuldu.
Nizamiyeden çıkan haki renkli askeri bir otobüs aheste aheste yol alıyordu. Ana yola girdikten sonra solda bir durağa yanaştı. Arka kapıdan inen subayların birkaçı kalabalığa karışırken, otobüs yoluna devam etti. Bir-iki durağa daha uğrayan otobüs, askeri lojmanların olduğu bölgeye girdi. Lojmanların girişindeki engelin havalanmasıyla otobüs içeri girip gözden kayboldu.
Azzam kaseti geri sardı. Tekrar izledi. Kaç defa izlediğini o da bilmiyordu. Kalktı, elleriyle saçlarını tarar gibi yaptı. Zihni yorgundu. Ezan sesini duyunca banyoya yöneldi. Soğuk suyla aldığı abdestten sonra kendine gelir gibi olmuştu. Seccadesini serip namaza duran Azzam, tekbire kaldırdığı ellerinin tersiyle her şeyi arkasına atarak ilahi huzura yöneldi. Namazının sonunda açtığı elleriyle Rabbine yakardı. "Ey Allahım! Yıllardır yaşadığımız zulümlere şahitlerin en büyüğü sensin. Her şeyi gören, her dileği işiten yine sensin. Elimizde kendimizi savunabileceğimiz toplarımız, tüfeklerimiz, uçaklarımız, helikopterlerimiz, füzelerimiz yok ya Rabbi. Kendimizi savunabileceğimiz, işgale uğramış Mescid-i Aksamızın ve Filistinimizin özgürlüğü için verebileceğimiz bir tek canlarımız kaldı. Her gün, her an çoluk-ço-cuk, genç-yaşlı, kadm-erkek demeden halkımızı katleden şu lanetli işgalcileri kahhar sıfatınla kahreyle. Direnişimizin izzetini koru, bizleri bu aşk ve bu sevdayla her zaman hemhal eyle. Yoluna adadığımız tek sermayemiz olan canlarımızı, kanlarımızı bereketli kıl, kabul eyle..."
Seccadesinden doğrulup tekrar video görüntülerini seyretmeye başladı. Bu defa sadece durakları tekrar tekrar izledi. Otobüsün yaklaştığı üç duraktan birini daha iyi görmek için oraya bir tur atmayı düşündü. "Tehlikeli olabilir" dedi, ama "dikkatli olmalıyım."
Ertesi gün kılık kıyafetini değiştirdi. Biraz hoppa bir kıyafet giymiş, boynuna metal bir kolye takmış, saçlarını jöle-lemiş, kulağı küpeli bir şekilde Kudüs'ün sokaklarında ilerliyordu. Vakit ikindiydi.
Video kasetten izlediği otobüs güzergahında bir müddet yürüdü. Askeri otobüsün uğradığı her üç durağı iyice kontrol etti. Saatine bakü. "Otobüsün gelişi yakın olmalı" dedi kendi kendine. Zira otobüsün geçeceği saate göre zamanını ayarlamıştı. Böylece kendisi de otobüsü ve seyrini görebilecekti. İşini bitirdikten sonra sokaklara dalıp gözden kayboldu.
İki gün sonra şehrin merkezinden uzak bir mahallede Azzam biriyle konuşuyordu.
Bence de ikinci durak uygun Yasir ağabey. Görüntülerle yetinmeyip kendim de güzergahı kontrol ettim. Askeri araç aşağı yukarı 30 subayla dolu vaziyette nizamiyeden çıkıyor. Şayet konuştuğumuz şekilde operasyonumuz gerçekleşirse eylemimiz büyük bir ses getirecektir.Eylem için kimin seçildiği henüz belirlenmedi. Bu sebeple şu an beklemedeyiz.
Aklına Nebil geldi Azzam'm.
Ben birini biliyorum.
Ya! Kimmiş? -Nebil! Doktor Nebil...
Yoksa yine mi sana geldi.
Hı, hı! Ağabey, ondaki aşkı bir görmeliydiniz. 'Bu arzuma izin verin de' diyor başka bir şey demiyor. Her hücresi şehadet dolu.
Pekala Azzam, şayet Nebil bu eylem için seçilirse gerisi sana kalmış. Ne yapacağını biliyorsun.
Anladım ağabey, tamam.
O perşembe Nebil'e müjdeli haberi veren Azzam, ertesi güne randevulaştı. Mahalle arasındaki küçük bir mescitte buluşan ikili Nebil'in arabasıyla şehrin uzağmdaki ıssız bir kayalığın yanında durdular.
Azzam Önden inip büyük bir kayanın yanındaki kumları eşti. Bir sandık çıkarttı. Nebille sürükleye sürükleye arabaya yaklaştırdılar. Azzam, açılan sandıktan çıkarttığı dinamit lokumlarını ikişer ikişer arabanın uygun yerlerine yerleştirip duruyordu. Bir motor kısmına, bir arabanın altına doğru eğiliyor, işini ustaca yapmaya çalışıyordu. Uzun bir uğraştan sonra lokumlar arası ortak irtibat sistemini kurdu. Tüm fitilleri tek bir tele bağladı. Ateşleme sisteminin bu tonunu da kurduktan sonra patlamaya hazır bir bomba haline getirmişti arabayı.
Nebille uzun uzun konuştular. En son:
Artık söz değil, eylem zamanı, dedi Azzam. Tüm detayları defalarca konuştuk. Bugün mesai çıkışı ikinci durakta hedefe varman dışında bir şey kalmadı.
Ben hazırım, dedi Nebil heyecanla.
Unutma Nebil. Canlarımız, elimizdeki tek silahımız. Masa başlarında ve rahat koltuklarında yaptıkları kalem-şörlükle yaşadıklarımızı yaşamadan bizi anlamayanlar, eylemlerimize intihar diyebilirler, ama biz Kudüs ve Filistin için şehadete koşuyoruz. Rabbim herşeye şahittir. Şimdiden seni tebrik ediyorum kardeşim...
Birbirlerine sarılan iki arkadaş, hissiyatın zirvesindey diler. Biri arzusunun vuslatına yaklaşırken, diğeri bir kardeşinin hicranıyla doluydu.
Birazdan yola çıkan Nebil, nizamiyeden çıkan askeri otobüsü uzaktan takip ediyordu. Birinci durağa yaklaşan otobüs fazla durmadı. Verilen bilgiye göre ikinci durakta beklemesi gerekecekti. İkinci durağa doğru ilerleyen askeri otobüs söylenildiği gibi yavaşladı. Durakta kısa bir süreliğine durmak için yanaşınca Nebil, ayağını aheste aheste seyreden arabasının gaz pedalına dokundurdu.
Ansızın hızlanan araba askeri otübüsü ortalayacak şekilde yakın mesafede durdu. Otobüsten inen subaylar ve silahlı korumalar henüz ne olduğunu anlamadan kıyameti andırır bir patlama duyuldu. Nebil'in dokunduğu ateşleme butonuyla birlikte arabası ve otobüs havaya uçmuştu. Askeri otobüs ikiye ayrılmış bir şekilde yere düşerken havada uçuşan metal parçaları, üniformalı asker organları her tarafı kaplamıştı. İnsanlar sağa sola kaçışırken ortalık ana-baba gününe dönmüştü.
Akşam haberlerinde televizyonda onlarca ölü ve yaralıdan bahsediliyordu. Haber programında işgalci subaylardan birinin eşi durmaksızın ağlıyor, acılarının büyük olduğunu söylüyordu.
Haberleri izleyen Azzam;
Ya bizim, ya bizim acımız, acılarımız, dedi kesik kesik. Yarım asırdır bize yaşattıklarınız... Biraz da siz ağlayın!!!
|
Ekleme Tarihi: 06.03.2008 - 12:27 |
|
|
|
395 Mesaj -
|
|
Kayıt Tarihi: 26.12.2007
|
En Son On: 14.06.2008 - 18:49
|
Cinsiyeti: Erkek
|
|
Şubat ayıydı. Hava soğuk ve yağışlıydı. Şemsiyesini alıp paltosuna iyice büründü. Kulakları yavaş yavaş soğuk havada kızarıp üşüyordu. Şemsiyesi başına değince kippasmı düzeltip radyodan dinlediği hahamın vaazını düşündü.
Hastaneden ayrılırken aklı yine karışıktı. "Bu topraklar" dedi içinden. "Yehova'nın bizim için vaad ettiği topraklar. Arz-ı Mev'ud burası... İnsanlar içinde seçkin olan bizler, kölelerimizle mi muhatap olacağız? Bu olacak şey değil! Haham Meir Kahane ne demişti: 'Filistinlilere asla yaşam hakkı tanınmamalı. Kudüs'teki Mescid -i Aksa yıkılmalı ve her inançlı Musevi onu yıkmayı varlığının gayesi bilmelidir..." Düşünüyordu Doktor Barush Goldstien.
El-Halil'de oturuyordu. Kudüs'e zaman zaman uğrar, ağlama duvarının yanma gider, uzun uzun tefekkür ederdi. Gönlü hep Mescid-i Aksayı yıkmak ve yerine siyon mabedini inşa etmek için atardı: "Bunu tek başıma yapmam oldukça zor. Haham Meir Kahane kaç defa denediyse işi rast gitmedi. Başka bir hizmette bulunmalı, değişik bir hizmetle çalışmalıyım. Yehova aşkına! Bir şeyler yapmalıyım."
O gün her zamanki düşünceleriyle derin bir uykuya dalan Doktor Barush Goldstien, ertesi gün uyanınca işe gitmedi. Zira cumartesi günüydü. Yani iş yapmanın Yahudilere haram olduğu gün... Eli hiçbir şeye varmadı. Havraya gidip hahamın verdiği vaazı ve koro eşliğinde okunan mezmurlan dinledi. Ruhu adeta coşmuştu.
Eve dönerken coşkulu bir şekilde çocukluğundan beri babasının öğrettiği bir şarkıyı mırıldanıyordu:
"Bütün dünya Araplardan nefret eder Dünyanın ilk gayesi onları teker teker öldürmektir
Şu ayaklarımla düşmanımı ezeceğim
Şu dişlerimle onun derisini kemireceğim
Şu dudaklarımla onun kanım emeceğim
Yine de ona olan kinimi çıkarmış olmayacağım"
Evine vardığında evinin bir köşesinde yaptığı ayin yerine oturdu. Açtığı Tevrat'ı derin bir tefekkürle okudu. Okuduğu yerler hep Yahudilerin üstün bir ırk olduğundan bahsediyor, diğer insanları köleleri olarak bir hizmetçi diye tanımlıyordu. Tanrı sadece insanlar içinden onları seçmiş ve onları üstün ırk olarak vasıflandırmışh(!)
Doktor Barush Goldstien, Yahudi öğretisine tüm yüreğiyle inanmış, düşünme yetisi tamamen bu uğurda prangalanmıştı. Varlığının gayesi; bu dogmaya hizmet, bu dogma adına çalışmaktı. Muhakeme ve mukayese gibi melekelerini yitirmiş, köreltmişti adeta.
"Neden düşünemedim" dedi aniden aklma gelen fikirle. "Evet, neden düşünemedim. Mutlaka yapmalı, mutlaka becermeliyim. Hepsinin canı cehenneme!.."
Ertesi gün Hz. ibrahim Camime gitti. Caminin bir kısmına işgalci İsrail hükümeti el koyup havraya çevirmişti. Önüne geldiği camiden ezan sesleri yükseliyordu. Merdivenleri çıkıp tarihi yapının ihtişamına alaycı gözlerle baktı. "Bir gün" dedi hırsla. "Bir gün buranın bir kısmına el koyduğumuz gibi hepsine el koyacağız. Bütün arz-ı mev'udu alacağız."
Günlerden cumartesi değildi. İbadet saati de olmadığı halde Doktor Barush Goldstien, sinsi sinsi caminin havra kısmında dolaşıyordu. İşgalci askerlere baktı. Oldukça çoktular. Girişlerde nöbet tutuyorlardı. Havraya girenlerden çok, camiye girenlere dikkat ediyorlardı. Genç olanları durduruyor, kimlik kontrolü yapıyor, hakaretlerle geri gonderi yorlardı. Ancak 40-45 yaş üzerinde ve ihtiyar olup bitap düşmüş Filistinlilerin camiye girmesine izin veriyorlardı.
Askerleri saydı. Avlu ve camiî girişinde olmak üzere 25-30 kişiydiler. Ellerinde uzun namlulu silahlar, başlarında miğferleri, üzerlerindeki hücum yeleklerinin ceplerindeyse dolu dolu şarjörler vardı.
Bulunduğu yerden camiînin içine baktı. Epeyce geniş bir mekândı. İmam'm arkasındaki cemaatın sayısı aşağı yukarı bin beş yüz kişiyi bulurdu.
Bir-iki gün daha uğradı camiye. Cemaatın her namaz vakti değiştiğini gördü. Nöbetçi askerlerin de belli aralıklarla değiştiğini fark etti.
Bir sabah namaz vaktinde yine uğradı. Tesbitleri hep aynı sonuca götürüyordu onu. Her vakit cemaatı yoğun olan bu caminin, planı için uygun olduğunu dedi kendi kendine. "Askerlerle dostluğu geliştirmeli..." Sonraki gün sakindi. Tekrar camiye doğru ilerleyen Doktor Barush Goldstien, hep şeytani düşüncelerini eyleme geçirmeyi düşünüyor, aklında bin bir planlar tasarlıyordu. Filistinlilerin hepsini yok etmek, ortadan kaldırmak gerekti. "Hem anlamakta zorluk çekiyorum" diye düşündü. "Hastaneye getirilen bu insanları ne diye tedavi ediyorlar ki... Hele Yehova'ya inandığı halde insaniyet ve barış adma hareket ettiğini söyleyip Filistinlileri tedavi eden, kamplarına giden meslektaşlarım yok mu? Ah! Sizler!.. İhanetçiler... Önce sizi Öldürmek lazım. Arapları tedavi etmek neyinize! Hepsine birer zehirli iğne vurun gitsin, kurtuluruz!.. Bir kişi bile ölse kârdır."
Caminin girişindeki nöbetçi askerle gozgöze geldi.
Merhaba, dedi. Kolay gelsin.
Sağ olun, dedi asker.
Elini cebine sokan doktor bir paket sigara çıkardı. -İçer misiniz? dedi paketin ağzından çıkan sigarayı uzatarak.
Şey, sağ olun; ama nöbetteyim.
Alm canım, dedi doktor. Ne olacak. Hava soğuk ısınırsınız.
Teşekkür ederim.
Doktorun yaktığı sigarasını içine çeken asker sordu:
Sizi sık sık görüyorum burada. Galiba dindar bir Yahudisiniz.
Evet, dedi Doktor Barush Goldstien. Yehova'nın mabetlerine gitmeyi seviyorum.
O anda camiye gitmek için girişe yaklaşan ihtiyar bir Filistinliyi gören asker bağırdı:
Hey!.. İhtiyar!
Bastonuna dayanmış ilerleyen beyaz kefiyeli, kır sakallı ve çökmüş ihtiyar adam durdu. Nöbetçi asker onunla sertçe ve azarlayıcı bir şekilde konuştu. Küçük düşürücü hakaretler sarfeden askerin her sözü doktoru mest ediyor, zevk veriyordu.
İşini bitirip dönen askere:
Sizi tebrik ederim, dedi. Bunlara böyle davranmak lazım.
Asker yapılan iltifatla gururlanmıştı.
Sıradan işler canım, dedi. Her gün yapıyoruz! Artık her uğrayışmda askerlerle diyalogunu ilerleten
Doktor Barush Goldstien, askerlerin gönlünü fethetmiş, güvenlerini kazanmıştı. İkili ayaküstü sohbetlerinde askerleri şiddetle teşvik ediyor ve "Hepsini öldürmeli" diye telkinatlarda bulunuyordu. Zaman zaman "Şu silahını versen hiç tereddütsüz hepsini kurşuna dizerim" diyor, askerlerle beraber gülüşüyordu.
25 Şubat 1994 gecesi Doktor Barush Goldstien, evindeydi ve oldukça heyecanlıydı. Kalbi durmaksızın atıyor, heyecandan elleri titriyordu. Yerinden kalkıp önündeki sandığı açtı. İçindeki alete baktı. Göz kamaştırıyordu. Uzun namlulu silahı, yavrusunu okşayan bir anne şefkatiyle tutup Öptü. "Sen, büyük bir iş göreceksin bu sabah" dedi. Okşadığı silahı söküp temizledi. Parça parça tekrar birleştirdi. Mekanizmayı tutup çekince mekanik bir ses odada yankılandı. "Ne hoş bir ses" dedi içinden. "Ninni gibi geliyor."
Mermilere gözü çarptı. Tek tek şarjörlere yerleştirdi. "Bir, iki, üç, dört diye saydığı şarjörlerin birini uzun namlulu silaha taktı. Diğerlerini de hücum yeleğinin ceplerine yerleştirdi. Sabahı beklemeye koyuldu.
Sabahın alacakaranlığında Hz. İbrahim Cami'nin yakınlarına bir gölge gibi süzülen Doktor Barush Goldstien, sindiği yerden camiye koşan Filistinlileri gözetliyordu. Adeta her sokaktan, her köşeden bir veya birkaç kişi çıkıyor, camiye doğru koşuyordu. "Usanmıyorlar mı bunlar" diye düşünüyordu. "Sabahın köründe o güzelim uykudan ne diye kalkıyorlar ki! Hem her gün 5 defa camiye niye gidiyor bunlar? Birazdan hepinizin köküne kibrit suyu ekeceğim."
Şafak iyice sökün edince ortalık seçiliyordu. Hoparlörden gelen ses imamın birazdan namaza başlayacağını işaret ediyordu. Müezzinin sesini duydu.... "Kad kameti's-salatu, kad kameti's-salah... Allah'u ekber Allah'u ekber, la ilahe illallah..."
Saklandığı yerden çıkıp cami girişine doğru ilerledi. Üstüne giydiği askeri elbisenin üzerindeki hücum yeleğinin cepleri, şarjörlerle doluydu. Uzun namlulu silahını ise eline almış dikkatlice ilerliyordu. Nöbetçi askerler oldukça azdı. Yanlarından geçti. Merdivenleri çıkarken cami girişindeki nöbetçi askerler onun yabancı olduğunu fark ettiler. İçlerinden biri onu tanıyınca;
Doktor Goldstien, dedi hayretengiz bir ifadeyle. Bu elbiseyle ne yapıyorsunuz böyle? Galiba yanlış yere gidiyorsunuz. Orası Filistinlilerin camiî...
Doktor durdu. Haince bakışlarla pis pis sırıtarak: -Hayır! dedi eliyle camiyi işaret ederek, oraya gideceğim.
Asker, doktorda bir anormallik olduğunu anladı. Başıyla 'nedir o?' anlamında elindeki uzun namlulu silahı İşaret etti.
Bakın, dedi askerlere. Siz de Yehova'ya inanıyorsunuz. Geç olmadan beni bırakın. Şu Müslümanların hepsini öldüreyim. Bana izin verirseniz siz de bu hayırlı işimin sevabına ortak olursunuz. Bırakın beni! Bana bu fırsatı tanıyın. Siz beni görmediniz. Tamam mı? N'olur, haydi!..
Şaşkındı askerler. Ne yapacaklarına karar veremiyorlardı. Ötede duran diğer nöbetçiler de gelmiş, kapıda bir kalabalık toplamıştı. Herkes doktorun niyetini öğrenmişti. İçlerinden bir asker:
Haydi, dedi. Herkes görev yerine. Kimse doktoru görmedi. Anlaşıldı mı?
Askerler nöbet yerlerine dağılınca doktor caminin giriş kapısında kaybolmuştu. İçeri girer girmez saf saf dizilmiş cemaatı gördü. Arkası dönük olan cemaat her şeyden habersiz Rablerinin huzurundaydı. İşgalci İsrail'in onca zulmü, onca talanı, onca öldürme ve baskısı karşısında direnişlerinin gücünü aldıkları manevi atmosferin havasını teneffüsteydiler, Rablerinin huzurunda...
Doktor Barush Goldstien, heyecan içindeydi. Yüreği kin ve nefretle yoğrulmuştu. Siyonist dogmanın etkisindeki bir halet-i ruhiyeyle eliyle silahını iyice kavradı. Gözleri dönmüş bir halde masum masum namaz kılan cemaata doğrulttu uzun namlulu silahını. Artık hiçbir şeyi görmüyordu. Kulaklarmdaki uğultu hakikatin yolunu kapatmış, gözlerini kör etmiş, yüreğini perdelemişti. Aniden omuzuna bir el dokundu. Az önceki askerleri dağıtan askerdi. Bahsettiğin sevaba ortak olmak istiyorum, dedi alaycı alaycı.
Parmağını tetiğe dokundurup seriye aldığı uzun namlulu silahını cemaate boşalttı. Hırsını alamayıp ikinci, derken üçüncü şarjörü de boşaltıp bir zevk histerisine tutul-muşcasma, titredi...titredi. Mermileri bitmişti. Yanındaki asker hemen dolu silahım uzattı. Gözleri parladı doktorun tekrar silahını cemaata doğrultup ateşe başladı. Boşalan her şarjörü atınca yanındaki asker bir diğerini veriyordu. Böylece 8 şarjör boşalttı.
Saf saf dizilen cemaat yaprak misali dökülmüş, yerlere kanlar içinde serilmişti, Ortalık bir anda kan gölüne dönmüş, feryatlar ayyuka çıkmıştı. 67 müslümamn temiz ruhu semanın atlas maviliğinde yeşil kuşun kursağına uçarken bir o kadar da yaralı geride kalmıştı. Halil İbrahim Camiî kan ağlıyor, buram buram şehadet kokuyordu!..
|
Ekleme Tarihi: 06.03.2008 - 12:31 |
|
|
|
 |
|
Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
KaRaGuL (48), kartal34 (66), Eranthe (33), PuGiPuGi (45), hagenli (55), 361isia (36), elif_su (34), hacý altýndemi.. (52), ottoma (56), kalbegidenyol (41), M--N_PARLAK (39), radiologi (56), Hasretim_islami (44), gokaycagri (38), zeytinn (45), Furkan 72 (49), Ebu.Hureyre42 (36), basis (51), Kübr@ (29), pusat_51 (36), Yagmur-Bey (43), Gülnihal_cnr (45), mayko22 (46), kengu (58), huseyinbagci85 (40), cilginim (40), haddab (42), alisert (54), sevketdagtekin (47), KuBrA_GuLnAr54 (36), elifsu (34), MaddeVeManeviya.. (125) |
|
|
|
 |
|
|