0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » SERBEST KÜRSÜ » Mavi Marmara Katliamı-ve bilinmeyenleri

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 4 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
Mavi Marmara Katliamı-ve bilinmeyenleri

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Mavi Marmara Katliamı-ve bilinmeyenleri
Mavi Marmara KATLİAMI
"Mavi Marmara " Bizzat yaşanın kaleminden"‏
Uyandım. Kabusmuydu, rüyamıydı? Neydi bu şimdi?
Bir gemi hatırlıyorum Mavi Marmara ve üç gün.
Bir zulüm hatırlıyorum Mavi Marmara vuruluyor, hapsediliyoruz üç gün. Ne rüyaydı ne kabus hepsi gerçek.
Rüya gibi üç gün Mavi Marmara…
Kabus gibi üç gün İsrail baskını.
Antalya dan yola çıktık. Herkes heyecanlı. Daha birkaç gün önce Kepez de tanışmamıza rağmen, sanki aynı ana babadan doğmuş, aynı evde büyümüşüz. Herkes birbirini çok iyi tanıyor. Tanımakla da kalmıyor, herkes birbirine çok iyi davranıyor. Sanki incecik elmastan yapılmış biblolarız da, azıcık sarsılsak kırılacakmışız gibi bakmaya bile kıyamıyoruz birbirimize. Değişik bir hava var bu gemide. Tarifi imkansız. Yaklaşık 700 kişi var. Değişik milletlerden, farklı din ve dillerden. Lakin hepsinde tek ruh var. Tek bir kalp. İnsanlık için, zulmün son bulması için, zalime dur demek için, yardım yolunda Gazze yolunda bir gemi.
Müslüman yüreklerde Allah rızası var, Müslüman kardeşi için yanan yüreğine su serpecek olmanın zevki, heyecanı var, Filistin, Kudüs aşkı var.
Hz. Ömer in hizmetçisini taşıyan deveyi çekerek girdiği Filistin e; gemiyle, duayla, yardımla; denizden girmek. Yaralarına azıcık da olsa merhem olmak arzusu var.
Dünyaya İsrail vahşetini duyurmak.
Bu duygularla tek yürekle Mavi Marmara’da ilerliyoruz. Yerleşmemiz on dakika sürmedi. Yıllardır hep beraber yaşıyor gibi gündelik hayatımıza dönüverdik. Kuranlar okunuyor, hatimler indiriliyor, dualar yapılıyor, avuçlar semaya kaldırılıyor, hep bir ağızdan aminler yükseliyor. Gemide herkes yolcu, herkes işçi, herkes görevli ; tam bir imece. Herkes bir işin ucundan tutuyor sırayla. Kimse kızmıyor, diğerini kırmıyor. Ne dense, ne istense yapıyor. Yukarıya güverteye çıkıyorum. Erkek yolcularda var. Biz bayanlara ve birbirlerine tıpkı kundaktaki bebeklerine bakar gibi sevgiyle, şefkatle, yürekleri sızlayarak bakıyorlar. Bu atmosfer, bu sevgi, bu bakışlar … başka bir yerde olmaz diye düşünüyorum. Bu kadar saf temiz ve ulvi bir ortam. Ne tarafa baksam yüzü nurlu tertemiz bir şeyh efendi, yada cemaat lideri, Allah dostu. Bu gemide herkeste nur var. Geminin kalkış amacında nur var aslında. İşte oda içindekileri kuşatmış. Arap arkadaşlar Kuran-ı Kerim okuma dersleri veriyorlar; şeyhler vaaz veriyor; entelektüel yazarlar konuşma yapıyor; marşlar söyleniyor; ilahiler okunuyor; ezgiler seslendiriliyor. Cemaatle namazlar kılınıyor. Her mezhepten Müslüman var tıpkı Kabedeki gibi. Her vakit değişik mezhep imamının ardında cemaatle namaz kılıyoruz. Ardından yine programlar devam ediyor. Üç günde sadece bir gün yattım. Oda birkaç saat. Buna rağmen 24 saat yetmiyor bir günde yapmak istediklerimize. Arapça dil kursu bile başladı, organize mükemmel. Aylarca uğraşılıp üstünde çalışılsa aksaklık olur. Öncesinde bir duyuru, gerisi tamam. Her şey ve herkes anında hazır. Yere bir hasır atılıyor güverteye; üzerine oturuyoruz. Bütün dersler, sohbetler, ilahiler…. Hepsi orda.
Çok değerli şeyhlerden biri 40 Hadis üzerinden bize 9 kişiye derslerden sonra icazet verdi.
Sanki bir medresedeyiz.ama gemide medresede olmayan çok daha fazla şey var. Gülümseyerek sana bakan, gözleriyle konuşan, gözlerinden içine süzülüp yüreğine girilen tertemiz, sevgi dolu, dillerini bilmediğim onlarca insan. İşte Mavi Marmara’nın ruhu….
İşte vurulan, öldürülen Mavi Marmara bu.
Seksen yaşında beli bükülmüş, zor yürüyen, ayakta şükür namazı kılanları ağırlayan Mavi Marmara, terörist muamelesi yapılan Mavi Marmara….
Ve ardından zapt edilen, karartılan, yok edilen, yolcuları öldürülen, en önemlisi de yolundan alı konan, bekleyenlerine ulaşamayan Mavi Marmara…
Sonraki gördüklerim korkunçtu. Bizler; ülkesi ,hem de güçlü ülkesi olanlara bunlar yapılıyorsa dedim. Gerisini düşünmek azapların en büyüğü. Bakmaya kıyamadığım kardeşlerimi; önce vurmuşlar, yetinmemiş tutuklayıp kelepçelemişler arkalarından sıkıca.
Oturmalarına dahi izin vermemişler, dizleri üzerinde, sargılar içinde. Ama yinede gözleri gülüyor. Önlerinden başka yere bakmak yasak. Bakarken görürlerse, tekmeyi basıyorlar anında. Bizimkilerden birine: işkence sesleri duydum dedim. Bazılarını aldılar özellikle Arapları; onları sorguya götürdüler, önümüzde bile dövüyorlardı. İşkence de yapıyorlardır şerefsizler dedi. Filistin’ i düşündüm, ardından Iraklı kadının feryadı geldi aklıma. Gelin ey dünya Müslümanları beni öldürün; diye yalvaran kadın. Her gün onlarca amerikan askerinin tecavüzüne uğruyoruz, karnımızda piçleri. Kendimizi öldürsek ahretimizde mahvolacak. Gelin bizi siz öldürün. Bu işkence çekilmiyor diyordu. Ne zormuş dedim. Filistin’de, Irakta, Keşmir’de, Doğu Türkistan’da, Çeçenistan da, vs …. kısacası çok zormuş; Müslüman kadın olmak.
Mavi Marmara’dan Ak denize baktım. Şahit ol ey Akdeniz; şahit ol bu zulme. Biz bu zulmü; zulüm altındakilerin sesini duyurmak için çekiyoruz. Gönül rızamızla geldik, hiç korkmadan, hiç gocunmadan, pişman olmadan.
Sonra tekrar Mavi Marmara ya baktım esir kardeşlerime; ne mutlu size, ne mutlu bize ki rabbim bize bu gemide olmayı, bu mücadeleyi nasip etti.
Şükür Rabbime… Şükür Rabbime…

Akşam saatleri 10.00 – 11.00 arası bütün bayanlar aşağıdaki salonumuzda toplandı ve can yelekleri giydirildi. Anlam veremedik, dalga geçtik, herhangi bir duruma karşı tatbikat yaptırıyorlar diye yorumlar yaptık. Saat 11.00 ; Bülent Başkan aşağıya ziyarete geldi. Çok ilginç gözlerinde acı var, bir şeyler söylemek istiyor, susuyor. İsrail askerleri (gemileri) tarafından takip edildiğimiz, taciz edildiğimiz, her an batırılabileceğimiz tehdidinin mevzu bahis olduğu söylendi. Can yeleklerimizi çıkarmadan yatmamız söylendi. Gece 02.00 civarı isteyen can yeleklerini çıkarabilir dendi.
Sabaha karşı 04.00 civarı, sabah ezanı okundu ve ani panik, bir şekilde can yeleklerinin giyilmesi tuvalete dahi gidilmemesi, toplu halde bayanların salonda oturmaları emri geldi. Beni güvenlikten sorumlu yaptılar, giriş çıkışlar kontrole alınmıştı. Çiğdem yukarıdan haber getirdi, sakın bayanlara söyleme müdahale başladı. Kapı güvenliğini sıkı tut, paniğe sebep olmasın. Beş dakika sonra Çiğdem ve Demet geldi, doktor ve hemşireleri yukarı gönder. Türk ve yabancı sağlıkçıları yukarı gönderdik. Alarm çalmaya başladı ve şu anons geliyordu. “Silahsızız, sivil halk, kadınlar, yaşlılar ve çocuklar var, ateş etmeyin.” Basından arkadaşlar problem yapıyordu, yukarıya çıkmak için, engellemek hayli zordu. Tekrar bir haber geldi, ilk yardımdan anlayanlar da gelsin. İlk yardım eğitimi almış bayanları gönderdim, onlarla yukarıya çıkıyordum, Çiğdem hayır dedi, sana burada ihtiyaç var kapıyı tutmalısın. İçeriye hiç ses gelmiyordu. Lakin koridora çıkınca duyduklarım çok canımı yaktı. Sürekli bomba sesleri, silah sesleri, helikopterlerin sesi ve en acı olan insan sesleri…. Yardım edin… burası kan gölüne döndü temizleyin… Şurada yaralı var taşıyamıyorum kimse yok mu boşta… ölüyor müdahale edin… o onda orada olmak en zoruydu. Yukarıya çıkıp yardım etmek mi, aşağı kapıya inip kadınların güvenliğini sağlamak mı? Orada çok canım yandı. O anı yaşarken panik yapmadım, ağlamadım, sarsılmadım, soğuk kanlıydım. Ama şimdi yaşarken ağlıyorum. Hem de çok ağlıyorum. Kapıdan ayrılsam bayanlar yukarıya çıkmaya başlayacak ve. Ve si sonrasını kestiremiyorum. Yukarıda kardeşlerimi değil daha yakınımı direk beni öldürüyorlardı ve ölürken aşağı iniyordum. Gemide yaşadığım en zor şeylerden biri buydu. Beş dakika sonra haber geldi. Herkes can yeleklerini çıkarsın ve pasaportunu yanına alsın. Aynı anda susmayan sirenlere o korkunç anons eşlik ediyordu. Konuşan Bülent Başkandı. “ne olur içeri girin, kaybımız çok fazla, şehidimiz çok fazla, teslim olun, direnmeyin..” bu anons birkaç kere tekrarlandı. Hepimiz çok şaşkındık. Teslim olun ne demekti. Biz asker değildik ki, bizlerin silahı yoktu ki. Yukarıdan yeni bir haber geldi, bayanlara duyur ve hepsini panik yapmadan ikinci kata naklet. Hanımlar şuan itibariyle İsrail teröristleri tarafından işgal edildik. Üç şehidimiz var. O an henüz üç taneydi, tabii bilinen. Hepinizi koridora alacağız ve tek sıra halinde, panik yapmadan bir üst kata nakledeceğiz. Üst kata tüm kadınlarla çıktık. Savaş alanı dememe gerek yok, evet orda bir savaş yaşanmıştı. Hayır, savaş değil katliam. Buna ancak KATLİAM denebilir. Çünkü savaş karşılıklı yapılırdı. Yukarı çıktığımızda gördük ki şehit dört tane, onlarca yaralı. Yaralıların durumu çok kötü idi. Pazarlık yapılmaya başlandı, yaralılarımızı alın diye, kabul etmiyorlardı. Tamamen helikopterler etrafımızı sarmıştı. Sabit şekilde duruyor pencerelerden içeriyi gözetliyorlardı. Etrafımızı hücumbotlar sarmıştı, ondan sonra biraz büyük askeri gemiler ve en dış kısımda savaş gemileri. Bu adamlar harbi manyak; psikopattılar. Bunu anlamak için sadece bu görüntü yeterliydi. Gerisi hep boş. İsrail bütün donanmasını Mavi Marmara gemisine yıkmıştı. Onların üç askerini esir almıştı, daha doğrusu yakalamıştı bizim kardeşler. O askerleri teslim eden doktorun vurulduğu haberi geldi. İşgal altındayız ve askerlerini vermek için gönderilen doktor taranıyor. Bu bir insanın küçülebileceği en son noktadır diye düşünüyorum. Çünkü İsraillilerin ne olduğunu, neler yapabileceğinin hepsini görmemiştim. Onları hala insan zannediyordum. O ana kadar ki pazarlıklar sonucu yaralıları almayı kabul ettiler. Yaralılar bayanların olduğu bölümden güverteye çıkarılıp, onlara verilecekti. Ben ömrümde böyle bir paranoyaklık görmedim; adamlar ellerinde son model askeri teçhizatla içeri giriyorlar; kocaman köpekleri var; dışarıda koca bir donanma var buna rağmen, yaralıları tek başına istiyorlar. Birilerinin taşımasına müsaade etmiyorlar. Tek gelsinler diye ısrar ediyorlar, bir de köpeklerine kontrol ettirdikleri halde. Yaralılardan biri kendi başına gidemedi ve önümüzde yere düştü. Yarası patladı, kanmaya başladı, bayıldı. Ortalık kan oldu. Yürekler yanıyordu, canlar acıyordu. Müdahale ediyordu doktorlar, yok yok yok. Sedye geldi ve o kardeş kendini o hale getirenlere verildi. İçeriye giren askerler ( onlara asker demek askerlere hakarettir, onlar asker değil vahşi, cani, terörist, sapık, sadist, kimyası bozulmuş mutasyona uğramış yaratıklardı ama kesinlikle asker değillerdi) bize yaptıkları yetmiyormuş gibi birde hareket

Ekleme Tarihi: 02.07.2010 - 20:54
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
çekiyorlardı. Çok sert kaba ve azarlayıp bağırarak konuşuyorlardı. Yaralı verme işi bitti. Bizi bekletiyorlar, psikolojik baskı uyguluyorlar. Güvertedeki askerler çirkin hareketler yapıyorlar. Onlara yakışan fakat bir insana yakışmayan hareketler. Artık ortalık iyice sessizleşti. Karşı taraftaki erkeklerin hepsini tutuklamışlar. Bizim salonlara girecekler. Bayanlardan biri tuvalete gitmek istedi. Kapıdaki nöbetçi olmaz güvenli değil dedi. Israr edince bana onu tuvalete götürmemi söyledi. Tuvalet sadece iki metre ileride koridorda idi. Götürdüm kapıda bekliyorum, koridorda, sessizlik iyice arttı. Fevziye’ye çabuk ol, bir şeyler oluyor dedim. İçeriye girdim, onu yaka paça aldım, koridora çıkardım ve koridordan salona doğru iteledim. O solana girdi. Ani bir ses patladı. Bağırmalar kapı sesleri ve onlarca asker. Hepsi koridordaydı. Üzerime onlarca silah doğrultulmuştu. Lazer ışınları o kadar çoktu ki her yanımdaydı. Birden dikkatimi özellikle bomba atan silahı olan salak çekti. Bomba atan silahı üzerime doğrultmuş, bağırıyor da bağırıyor. Hadi taramalı silahı anladım, makinalısı, uzun namlususu, normal el silahlısı da da da, o neydi onu hale anlayamadım. İzbandot gibi adamlar bana bağırıyorlar. Sol tarafa döndüm, kapıdaki görevlimiz bana sesleniyor, endişeli, sakındurma içeri gel, buraya gel, seni öldürecekler. Ellerimi hemen kaldırdım. Beni öldürecekler mi? Sağıma baktım, karşımda bir sürü asker, hepsi birden bana bağırıyor. Bir anda gözümde canlandı. Sola gitsem kadınlarının yanına, ilk hareketimle bu askerler beni tarıyor. Sonra kapıdaki ağabeyi, sonra içerdeki herkesi. Sağa gitsem askerlere doğru, beni bir yerlere götürüp, işkence ediyorlar. Birden gülümsedim. Okey plase stop. I am comeing. I am Turkey dedim. Sol taraftan abi tekrar tekrar bağırıyor. ( ben de şimdi yazarken ağlıyorum, hem de hıçkırarak. Neden mi? Çünkü benim aşağıdaki çaresizliğim ve içimdeki acı ağabeynin gözlerinde idi şimdi. O acıyı görüyordum. O anda yaşayamadığım dışa vurma fırsatı bulamadığım bastırdığım duyguları şu anda yaşıyorum. (Kendime değil ağabeynin içindeki çarsizliğe haykırışa acıya ağlıyorum. ) GİTME SENİ ÖLDÜRECEKLER. Ona gülümsedim. Gözlerimle biliyorum. Dedim. Ve başımla evet anlamında işaret verdim. Yavaş yavaş askerlere doğru gittim. İki adım sonra, etrafımı sardılar. Üç silahı kafamda hissediyordum. Artık hiçbir şey göremiyordum. Sadece o askerlerin karanlıkları ve sürekli bağırmalarla birlikte bir orama bir burama vücuduma dürtülen silah namluları, biri hızlıca geldi bir şeyler bağırdı. Koştular. Kapıdaki görevli ağabeyyi aldılar. Önümden sürükleyerek götürdüler. Bir yandan da vuruyorlardı. Kocaman bir köpek, sivri dişleri, patlak gözleri var. Siyah ve sarımsı rengi var. Kafası daha açık renge sahip. Koridordayım, askerlerin çıktığı salonun kapısındayım. Köpekle baş başayım. Köpekle göz gözeyim. Bakışıyoruz. İkiye bir köpeği dürtüyor, elinde köpeğin tasmasını tutan asker. Ellerim kalkık. Kafamda hala üç silahı hissediyorum. Gözlerim köpeğin hem gözlerinde hem dişlerinde. Beni dürtüyorlar köpeğe yaklaşmam. Hem kafamdaki namlularla hem vücudumdakilerle. Ben düşünüyorum, bu köpek bana bir şey yapmaz. Kendimi avutuyorum. Bomba arıyordur. Bende bomba yok. O zaman zarar vermez. Ben o halde yine düşünüyorum. Sürükleyerek vura vura ağabeyyi nereye götürdüler. Ve ben niye bilmiyorum. Ve yine gülümsüyorum. Köpeğe gözlerimle beynimle ve kalbimle bende bir şey yok, sana bir şey yapmadım. Zarar da vermeyeceğim, diyorum. Köpeğin gözlerinde yaş gördüm. Köpek benim masumiyetim karşısında askerin komutunu dinlemiyor, bana yaklaşmıyordu. Sonra beni içeriye erkeklerin ve yaralıların bulunduğu salona aldılar. Silahlar hala üstümde. İçerisi boşaltılmıştı. Sadece askerler var. Bütün çantalar açılıp saçılmıştı. Elektronik eşyalar kırılmış, yerlerde eşyalar, kanlar, sular ve hortumlar var. Evet her yerde hortumlar vardı. Kuran-ı Kerimler yerlerde yırtılmış ve çiğnenmiş. Savaş meydanındasın dedim kendi kendime. Paraşütle atılmışsın. Ama yanlış bölgeye düşmüşsün. Tek başına 1.60 boyunda 50 kg olan ben ve koca salon dolusu asker. Kafamda ve vücudumda silah namluları. Bir o tarafa bir bu tarafa tartaklayarak geminin burun kısmına çıkardılar. Yıkanmıştı oralar. Ama tıpkı içerisi gibi hale hem kan izleri hem de kan kokusu vardı. Burun kısmına çıkınca sürüklenen ağabeyyi gördüm. Bana arkasını dönmeye çalışıyordu. Yüzünü görüp korkmayayım diye. Yüzünde darp izleri vardı. Onun üstünü arıyorlardı. Kimlik yere attılar, bastılar. Pasaport aynen. Sigara aynen. Cüzdan aynen… bir şeyler söylüyordu pasaportla alakalı yine darp ettiler. Sonra yine sürükleyerek onu yukarıya götürürken içerden iki yada üç doktor getirdiler. Onların üstünden hiçbir şey çıkmadı. Onları da sürükleyerek yukarıya çıkardılar. Ben oradaydım. Kafamda silahlar varken birden yukarıdan birileri iniyor. Bağırıyor. (büyük ihtimalle küfür ediyorlar) koşarak bana geliyor. İteleyip duvara vuruyor. Silahı kafama dayıyor. Bağırıyor da bağırıyor. Sonra yenileri sonra yenileri. Pardösümün düğmeleri koptu, kafam duvara darp edilince şişlikler oluştu. Sonra bir kadın asker geldi. Beni aradı. Daha doğrusu beni sadeleştirdi. Çantamda neyim var neyim yoksa yere attı. Bileklerime plastik kelepçeyi sıkı bir şekilde taktı. Beni de yukarı çıkardılar. Bir o yana bir bu yana. Bağıran insan sesleri geliyordu. İşkence sesleri. Sol tarafa gittikçe bu sesler artıyordu. Ben işkence seslerini dinliyordum. Onlar beni ne tarafa götüreceklerine karar veremiyorlardı. Bir tarafa götürüp bekliyorlar, sonra diğer tarafa. Ardından sağ tarafa hızlı hızlı yürütmeye başladılar. Ve ben ilk defa ileride yerlere çömeltilmiş elleri kelepçeli arkadaşlarımı gördüğümde, beni işkenceye almayacaklarını anladım ve kolumun ve kafamın acısını hissetmeye başladım. Kelepçe bileğimi çok sıkıyor, kafamsa zonkluyordu. Beni arkadaşlarımın içinden en üst kata çıkardılar. Orada bayanları gördüm. Hepsinin kolunda iki kelepçe vardı. Ama bende tek ve sıkı bir kelepçe vardı. Artık rahatlamıştım. Benden sonra sadece yedi sekiz bayan geldi. Bütün herkes tutuklanmıştı. Ve orada öğrendim ki beni aşağıda 3 ile 3,5 saat aralığında bir süre tutmuşlardı. Tepemizde güneş bizi yakıyordu. Brandayı açmamıza izni vermiyorlardı. Güneş bizi yaktıkça onların gülme sesleri yükseliyordu. Helikopterler hala asker indiriyordu gemiye. Biri geliyor biri gidiyordu. Bu insanlar (müsvetteler) hastalar. Biz o haldeyken bile helikopterdeki askerlerin bazıları bizlere hareket çekmekten geri kalmıyorlardı. Bir çok arkadaşın elleri morarmaya başlamıştı, kelepçelerin sıkılığından. Gösteriyorduk eğer canları isterse bazen gevşetiyorlardı. Bizi epeyce güneşlendirdikten sonra aşağı salonlara tıktılar tekrar. Kadınların kelepçelerini çıkarttılar. Erkeklerin kelepçelerinin bazısını çıkardılar, bazısını çıkartmadılar. Bunların hiçbir şeyde standartları yok, ne yaptıklarını niye yaptıklarını kendileri de bilmiyorlar. Tıpkı hayvanlar gibiler. Rasgele hareket ediyorlar. İçerisi havasız, camlar kapalı, kapılar kapalı, sıcak, nem, bunaltıcı bir ortam. Kadınlardan bayılanlar oldu. Kar maskeli askerler hala silahlarla nöbetteler tepemizde. Arada bir daha değişikleri geliyor. Yüzünde maske olanlar. Çok korkunç görüntülü maskeleri var. Korku filmleri stüdyolarından kaçmış manyak bir oyuncu gibi. Kezzapla yüzü yakılmış yada cüzamlı gibi görüntüye sahip tülden bir maske. Ve ses çıkararak kadınların yüzüne eğiliyor, korkutmak amacıyla bu maskeli manyaklar. Bizim yiyeceklerimizi yiyorlar, bize vermiyorlar. Bize su da vermiyorlar. Bunalmaktan daralmaktan çatlama aşamasına geldik. Ama yine de kendimize hiç üzülmüyoruz. O zavallı yavrucak… ağlamaktan helak olduğu da ona dahi izin vermediler. Hava alması için dışarıya çıkarılmasına. Battaniyenin içine koyup sallamak dahi kar etmiyor. Zavallıcık ağlıyor da ağlıyor. Bebek ağladıkça askerlerin zevkten gözleri parlıyor. Büyük bir zafer kazanmış gibi. Onca silahlarıyla ve ordularıyla bir bebeği ağlattılar ve yendiler.bunu zafer zannediyor. Ve seviniyor VİCDANSIZLAR.
Tuvalete gitmek istiyoruz. Göndermiyorlar. Düşünüyoruz niye??? Galiba: kendi askerleri yakalanınca altına yapmışlardı. Biz de yapalım diğer arkadaşlara ve askerlere teşhir edilelim istiyorlardı. Nihayet işkence bitti diye düşünüyorduk, çünkü anons yapıldı, limana gelmiştik. Askeri birlikler bizi sivil birliklere teslim edeceklermiş. Ne bilelim gelen gideni aratırmış, İsrail denilen terör bölgesinde. Gemiden indirilen ilk gruplardandım. Beşerli beşerli alıyorlardı. Gemideki onca arama yetmemiş gibi adım başı yine yeniden arama noktaları vardı. Bize müdahale eden saldıran askerler basına ve halka gösterilmeden tahliye edildiler. Onlar gemileri ile uzaklaşırken bizi teslim alanların tezahüratları ve alkışlarını şenliklerini, gidenleri uğurlayışlarını görenler Kurtuluş Günü adlı filmden kesitler izlediklerini zannedebilirdi. Sanki dünyayı kurtaran cengaverler uğranıyordu. Yine onlarca askerin yada polis desem ne olduklarını anlayamadım ki. Gidenlerin bir değişiği tiplerin onlarcasının silahının zorbalığının altında kollarımıza iki tane iki tane de geri planda dört asker eşliğinde nihayet sirk maymunu gibi izlettirilmek üzere mavi Marmaradan indirildik. Flashlar patlıyor, yuhalanıyoruz. Kendimi bir anda seyre çıkarılmış seri katil zannettim. Sonra çadırlara sokulduk. Labirent gibiydiler. Tam bir psikolojik işkence merkezi. Üzerinde çalışılmış. Kimi yerler aydınlık, kimi yerler karanlık, kimi yerler çok kalabalık, kimi yerler tenha ve izbe korkutucu. Sürekli arama noktaları belki de saysak onlarca. Ayakkabıdan çoraba kadar, iç çamaşırından kafana saçlarına kadar, aranıyorsun da aranıyorsun. X-ray denilen cihazlardan kıyafetli halde geçiyorsun, sonra ayakkabını pardösünü eşarbını alıp, tekrar tekrar geçiriyorlar. Sürekli bağırıyorlar azarlıyorlar. Kıyafetlerimiz geri geldiğinde ıslaklar. Gecenin yarısı olmuş, denizin soğuğu vurmuş titriyorum. Parmak izi aldılar. İki defa fotoğraf çektiler. Birinde normal başörtüsü ile diğerinde çıkaracaksın diye ısrar ettiler. Hayır dedim. Zorla açtılar. Yalnızca kulaklarımı eşarptan çıkarttılar. Beni maymun yaptılar kısacası. Ve bu fotoğrafı çekerken, çektikten sonra baktılar, güldüler, dalga geçtiler çok eğlendiler. Bu benim ömrümde yaşadığım en büyük aşağılanmaydı. Gemide köpeğin karşısında yada beni tartakladıklarında yada işkence seslerini dinlettiklerinde yada işkence yapılan yere götürmek istediklerinde hissettiklerimin yanında çok daha acıydı. Bunu asla telafi edemezler. Bunun bedelini ölseler de ödeyemezler. Ömürleri boyunca acı çekseler de ödeyemezler. Beni orada yüzbin kere öldürseler bu kadar canımı yakamazlardı. Bu derece aşağılanmak… korkunç labirentlerden ve aramalardan sonra doktor kontrolüne muayeneye getirdiler. Kafamda darp var yazacak mısın dedim kimin ne zaman yaptığını ne bileyim dedi. Kolumdaki morluğu gösterdim sabaha geçer dedi. Muayene olmayı reddettim. Sadece sağlam raporu istedim. Gözaltında işkence yapamasınlar diye. Orası bir tiyatroydu. Onlar oyuncu bizlerse zoraki figuran. Meşhur ajanlarla sonunda tanıştık. Mossad ajanları. Sorgulamaya aldılar. Zoraki tehditle bir kağıt imzalatmak istediler. Nedir dedim. İzinsiz İsrail işgali altındaki topraklara yasal olmayan yolardan giriş yaptığımıza dair belge dedi. Güldüm hem de kahkaha ile. Ne gülüyorsun dedi. İzinsiz diyorsun. Yasal olmayan yollarla diyorsun. İsrail işgali diyorsun. Sence bu komik değil mi dedim. AFALLADI. Tek tek kelime kelime kaçırıldım. Kim olduğunu bilmediğim kişilerce. Bana yardım edin. Dedim. Telefon etmek istiyorum. Avukat istiyorum. Elçiliğimizin olduğu topraklardaysam elçilik görevlisi istiyorum. Dedim. İsraildesin dedi. Kim kaçırdı bizi dedim. Bize saldırdılar, öldürdüler dedim. İsrail ordusu dedi. Siz korsan mısınız, terörist misiniz dedim. Çevirmen beni uyardı. Bunu söylersem senin kafan sıkar dedi. Sen söyle o da sıksın dedim. Ne söyledi bilmiyorum. Cevaben bunu hücreye atın işkenceye alın dendi. Sonra önüme kağıt tekrar uzatıldı. İmzalarsan …. Hayır imzalamam. Çok kızdım çevirmene aynen çevir diye bağırdım. Ve şunları söyledim. Bu yaşıma kadar tek suç işlemişken sen mi beni suşlu yapacaksın. On yıl boyunca seyahat özgürlüğümü kısıtlayacaksın hem beni kaçıracaksın hem öldüreceksin hem de suçlu ilan edeceksin öylemi?
Buna ne senin gücün yeter ne bütün İsrail askerlerinin ne de dünyanın. Bilesin ki rızamla imzalamam. Hiçbirinizden de korkmuyorum. Şimdi bana ne yapacaksan yap. Ardından saatlerce bana bizi kimin organize ettiğini ne amaçla orada olduğumuzu, başka hangi eylemlerde bulunduğumuzu elimdeki kınamayı evire çevire sordu sordu. Islak elbiselerle titrediğimi görüyor aklınca beni tuzağa düşürüp, bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Paranoyak manyak. Sanki ben teröristim. En son kına konusunda epeyce sıkıldım. Zira kına kime niye nezaman ne amaçla yakılır diye durmadan soru yöneltilerek elimdeki kına bile sorgulanıyordu. Ekledim kına bir de çok sağlıklıdır. Tedavi maksatlı yakılır diyerek parmağımın tırnak kenarını gösterdim. Çok hafif deri kalkması vardı. Onu işaret ettim. Göremedi. Yaklaş dedim. Yine göremedi. Ve ufacık deriyi gösterdim. Çok sağlıklıdır. İşte bunları iyileştirsin diye yakılır dedim. Mossad ajanı delirdi. Ellerini masaya vuruyor, bağırıyor, çıldırıyordu. Verdiğim cevabı beğenmemiş olsa gerek pahalıya ödedim. Beni öyle bir havadar yere koydular ki, püfür püfür esen gece ayazı ve ıslak elbiseler, şanslı günümdeyim, mossadın kara listesi varmış benide dahil ettiler. Artık hayatından emin olma dediler, tehdit değil uyarıymış üstelik. nihayet son kafile ile araçlara bindirildik. Araç, bankaların para taşıma araçlarına çok benziyordu. Dış görünüş itibariyle tam bir çelik yığını. İçi daha beter. Tümden demir. Tepesinde bir havalandırma yada soğutma cihazı. İçerinin ısısı büyük bir ihtimalle eksi derecede idi. O ana kadar bir çok kez talep etmeme ve sabah namazı vakti girmek üzere olmasına rağmen akşam ve yatsı namazımızı kılmamıza izin vermemişlerdi. Araçta iken, nereden bulduysa bayanlardan birinde yarım şişe suyu vardı. Teyemmüm yaptık. Ellerim ıslakken demire değince elim demire yapıştı. Hani derin dondurucudan bir şey alınca elin ıslaksa yapışıyor işte öyle idi. O zaman anladık ki bunlar bizi donduracaklar. Hepimiz birbirimize sokulduk. En çok ta Jery ye üzüldüm. Zavallı iki aylık hamile. Kendini değil karnındaki masumu düşünüyor. Bir yandan da hastaneye gönderilen yaralı eşini soruyor. Görümcesi Meryem deliye dönmüş. Bir yandan jery yi ısıtmak için sıvazlıyor bir yandan da dua ediyor. Eminim içinden de abisini düşünüyor. Bu vicdansızlar ne yaptı diye. Akşam saat 8.00 idi ve gemiden ilk gruptaydım. Sabah tam 5.05 idi, nihayet hapishanedeydim. Bu arada sadece somut şeylerden bahsediyorum psikolojimden orda gördüğüm diğer insanlardan, onların psikolojisinden bahsedecek olsam

Ekleme Tarihi: 02.07.2010 - 20:55
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
bu bir roman olur, dava dosyası da ergenekonu geçer, herhalde on bin sayfalık bir dosya olur.
Hapishaneye ilginçtir yine aranarak girdik. Gerçi biz alışmıştık, artık şaşırmıyor, kollarımızı kaldırıyor, hazır vaziyette bekleyişe geçiyorduk. Bizi aramazlarsa şaşıyorduk. Lakin bizi hiç şaşırtmadılar.
Hapishanenin ana giriş engellerinden sonra kalacağımız hücreler göründü. Tıpkı filmlerdeki amerikan hapishaneleri gibiydi. Bir meydan vardı, sağ taraf demirden hücreler ve içleri görünmüyordu. İki katlı, ikinci kat tamamen demirden, zemin, merdivenler vs.vs. görevlilerin kimisi öldürecek gibi bakıyor. Kimisi ruhsuz, kimisi bağırıyor. Bildik İsrail ortamı. Artık alışmış, öğrenmiştik. Bunlarda ne yasa vardı ne kural. Canları ne isterse o yasaydı, canları istemezse işte oda kuraldı. Belirli bir düzen ve uygulama yoktu. Kimisine zulmediyor, kimisine biraz daha iyi davranıyorlardı, onda bile kıstas yoktu. Mesela, bayanların yüzde doksanının eşarplarındaki iğneleri dahi almışlardı, ama çok azınınkine izin verişlerdi. Bunları da büyük ihtimalle bizim aklımızı bulandırmak için yapıyorlardı. Dört kişilik bir hücreye verildim. Öldürülen Çetin TOPÇUOĞLU’nun eşi Çiğdem, Çiğdem gibi Adanalı olan Fatma ve Kayserili diğer Fatma Hanımlar. Dört kişi için bir tane battaniye verdiler. Sırayla örtün dediler. Bize ilk andan itibaren (çadırdaki sorguda, fotoğraf çekilirken, parmak izi alınırken vb) orada en az 6 ay kalacağımız söylenmesine rağmen dört kişiye bir battaniye. Saat 7.00. takır takır metallerle kapılara vuruluyor. Kapılar her şey demirden. Acayip bir gürültü. Hazırlanın aşağıya iniyorsunuz. Bizim hücre ikinci kattaydı. Bir baktık ki; o da ne, bize kahvaltı hazırlanmış, ek battaniyeler gelmiş, terlik, eşofman, vs.vs. işte o zaman eşekten düşmüşe döndük…
Çok geçmedi, anladık ki, diplomatlar geliyormuş, ha bu arada Avrupalı diplomatlar elçilik görevlileri. Bu merasim onlaraymış.
Banyo yapın, sıcak su verildi dediler. Banyo yapanlar oldu. Ben yapmadım. Bir türlü içimden gelmedi. Arkadaşların ısrarı ile (diplomatların şerefine verilen havluları alıp) duşa gidecektik ki, bayanlardan biri uyardı: Banyolarda kamera var. Zınk kaldık merdivenin tepesinde. Ağlasak mı, gülsek mi?
Sonra daha güzeli tuvaletlerdeki ve hücrelerdeki kameralar. Ve bize alttan alttan verilen mesaj, erkekler izliyor kameraları…
Çiğdemin yanında şehit edilen kocasının kanlı elbiseleri var. Ve hücre kan kokuyor. Onları havalandırma dedikleri o küçücük yerde kurutmamıza dahi izin vermiyorlardı. Çiğdem açlık grevine başladı ve onunla birlikte dört arkadaş daha. Nihayet sabah 7.00 de gelen herkesin diplomatlarından sonra akşam saatlerinde bizim diplomatlar geldi. Tek bir bayandı. Bize dışarıda çok kötü bir krizin olduğunu söyledi ve beş dakika içinde ayrılarak erkeler bölümüne geçti. Tekrar geleceğini söyledi ama o gün gelmedi. Diplomatlar geldikçe bize ihtiyaç maddelerimiz bolca verildi. Onlar gidince yine hücrelere tıkıldık.
Nihayet çıkış: sabah erken saatler, takır takır yine kapılara vuruldu. Kalkın, kalktık toplanın gidiyorsunuz. Yine şaşırdık, kısa olmuştu. Apar topar çıkarttılar hole. Son gece aşağıdaki hücreye almışlardı bizi. Çiğdemi kontrol ediyorlardı. Yukarıya inip çıkmaları zor oluyormuş. Çiğdem hala grevdeydi. Bu sefer ki nakil araçları tam bir sadistlik göstergesiydi. Bunu anlamak mümkün değildi. İsrail’de zulüm denince son diye bir şey yoktu. Bu adamlar kendilerini aşmışlardı. Hapishanenin kapısından çıkar çıkmaz bir araca bindik. Sağda bir kapı solda iki. Soldaki ilk kapıya soktular beni. Oturaklar klasik demir. Ben küçücük minyon tipli olduğum halde oturunca dizlerim karşı duvara değişiyor. Duvar dedimse demir. Yarım metre var mı genişliği bilmiyorum. Kapı ortadan açılıyor. Sağlı sollu, yan yan giderek ilerliyoruz. Zaten içerisi dolmuştu ben sonuncuydum, ben girince kapıyı kapattılar. Karşımız demir, tavan demir, arkamız demir. Çok sıkışık bir şekilde oturtulduk, zaten dizlerimiz öne vuruyor. Arkamızda 10 cm şerit halinde pencere demir parmaklıklı. Işık ve hava oradan geliyor. Bize su, ekmek ve peynir verdiler hem de bolca. Uzun müddet aracın içinde beklettiler. Niye bekliyoruz diye soruyoruz, cevap yok.
Sonra birden sessizlik oldu. Fısıldaşmaya başladılar. Birden metallerle demirlere vurmaya ve bağırmaya başladılar. Ardından tavandan o pencerelerin oradan gaz verdiler, dumanını gördük ve otomatik olarak pencerelerin hepsi kapandı. Son gazı görmüştük ve tek ışığımız da kapandı. Zifiri karanlıktayız. Gayri ihtiyari olarak hepimiz ağzımızı tıkıyor, kıyafetlerimizi ağzımıza süzgeç yapıyorduk. Bizim bölümde değil, sağ taraf girişten bir bayan avazı çıktığınca bağırıyor, bağırıyor : İMDAT ÖLDÜRÜYORLAR, BİZİ ZEHİRLİYORLAR, AÇIN KAPILARI…YARDIM EDİN..
Birden aklıma, cennetliklerin ölüm esnasında Azrail’i sevdikleri kişi kılığında görürlermiş sözü geldi. Artık karanlıkta, sapık gibi kafamı ve gözlerimi döndürüyordum, Azrail kim olarak gelecekti. Ben cennete mi yoksa cehenneme mi gidecektim. Ses yok. Biraz sonra bağıran bayan da sustu. Gözlerimiz karanlığa alıştı. Artık birbirimizi seçebiliyorduk. Ses yok, soru soruyoruz cevap yok, yok yok yok… hiçbir şey yok, Azrail de gelmiyor. O da yok..
O şekilde yaklaşık iki saat daha bekledik. Aracın içinde bu bekleme tuvalete gitmek istedik, hayır dediler.
Araçlar nihayet hareket etti. Bulduğu bütün tümseklerden hızla geçti, bütün dönüşleri hızla döndü. Hepimiz birbirimizi ezdik zira tutacak yer yoktu. Kapılar açıldı, havaalanındayız. Havaalanında askerler, polisler ve alan güvenlik elemanları vardı. Askerler her zaman ki gibi bakışları, hal ve hareketleri ile bizi taciz etmeye devam ediyor, alan içerisinde olmamıza rağmen silahlarını kullanıma hazır tutuyorlardı. Lobide sandalyeler vardı. Teker teker çıkarılıp oraya oturtuluyoruz ve işlemi biten X-Raydaki aramalardan sonra¬ gidiyor. Bazılarımızı birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Filistin vatandaşı olanları özellikle almak istiyorlar.
Benim evraklarım kayıp, ilk ifademizin alındığı çadırlarda aldıkları pasaport ve nüfus cüzdanım çıkış evraklarımın içinde yoktu. Aynı şekilde Ankara’dan katılan Kezban hanım, İzmir’den katılan Yıldız hanımın da. Yalnız Yıldız hanımın pasaportu havaalanında ilk anda varken sonradan kayıp oldu. Kezban hanımın evraklar ısrar üzerine bulundu ve o da gitti. Ben, Yıldız Hanım, Çiğdem Hanım bir de Avukat bayan kaldık bayanlardan. Erkeklerin gelişleri grup grup devam ediyor. Ben ısrarla çıkış işlemlerini reddediyorum. Evraklarımın bulunmasını istiyorum. Kayıp olmadığını biliyoruz, iade etmiyorlar. Maksatları nedir bilmiyoruz. Ayhan ağabeyin ısrarları ile fotokopi belgelerle çıkışı kabul ettim. X-Raydan geçtik. Son aşamadayız. Üstümüzü soydular tekrar armadan geçtik, giyindik, ayakkabımızı bekliyoruz ki, birden bire kavga sesleri yükseldi. O da ne askerler ve diğer tüm görevliler mavi marmarada yer alan ve yabancı uyruklu olan gruba saldırmış vuruyor dövüyorlar. Oraya yöneldim beni iki asker tuttu. Bir diğeri de önüme geçti. Bir tanesini tutukladılar. Kelepçe vurmuşlar kollarına arkasından. Rüku biçimde eğmiş götürdüler. Onu bulup getirmeleri için bağırdım. İşkenceye götürdüklerini getirmelerini istedim. Bize yardım eden Türkçe bilen görevli aracı oldu bulup yukarı çıkardılar. Onun İngiliz Usame olduğunu öğrendim ve otobüse bindim, sonunda uçaktayız. Şeyh Ahmet Yasin bizden şikayetçi olunca duyarsız Müslümanlar diye: bileğimdeki morluk, kafamdaki şişlik, darp edilen bedenim şahidim olsun; duyarsız değildi diye. Ve eğer ki bu ömrü hak yolunda kullanmayacaksam, mazlumun sesi, direnişi olmayacaksam, Rabbim beni bir saniye dahi yaşatmasın. Gittim … Gördüm… Yaşadım… Ve Haykırıyorum…
İŞGALCİ İSRAİL DEVLETİ KATİLDİR ZALİMDİR
MAZLUM FİLİSTİN’E YARDIM EDİN

ÖLDÜRÜLÜYOR!!!!!!!
(Gönüllü aktivist )
Özlem Şahin ERMİŞ
__________________

Ekleme Tarihi: 02.07.2010 - 20:56
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
Mavi Marmara’daki ABD'li bayan yönetmen

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Mavi Marmara’daki ABD'li bayan yönetmen




Gazze'ye yardım götüren Mavi Marmara’da bulunan Amerikalı yönetmen Iara Lee Taraf gazetesine baskın ânını, kameramanının çektiği görüntüleri nasıl kurtardığını ve sonrasında yaşanan medya kuşatmasını anlattı.


Iara Lee Kore ve Brezilya asıllı, Amerikalı bir yönetmen. Sanatın ‘barış, adalet, hak ve özgürlükler’ gibi değerlere hizmet etmesi gerektiğini savunanlardan. Ona aktivistyönetmen demek daha doğru. Kendisi de, ‘Dünya üzerinde o kadar çok haksızlık var ki! Aktivist tarafım ağır basıyor’ diyor. Mayıs ayında, Gazze’ye insani yardım götürmek için yola çıkan ‘Özgürlük Konvoyu’nun en büyük yolcu gemisi olan ‘Mavi Marmara’ya, kameramanıyla binmişti. Bir çok gazeteci ve yönetmen gibi o da saldırı öncesi ve sonrasını görüntüledi. Fakat, İsrail’in elinden baskına ait kamera görüntülerini sadece o kurtarabildi. Gemide yaşananlara dair sayısız ve asılsız bilginin havada uçuştuğu günlerde, elindeki görüntüleri BM Gazeteciler Derneği’nde (UNCA) düzenlediği bir toplantıda, kamuoyu ile paylaştı. Iara Lee ile baskın anını, görüntüleri nasıl kurtardığını ve sonrasında yaşananları konuştuk.

Operasyon nasıl başladı?

Gece saat on bir sıralarında askeri gemileri görmeye başladım. Sayıları giderek artıyordu. Çok şaşırtıcıydı. Çünkü uluslararası sulardaydık. Etraf karanlıktı. Her şey gayet iyi ayarlanmış gibi duruyordu. Bize karanlıkta saldırmak istiyorlardı. İlk yaptıkları da zaten uydu bağlantısını ve dolayısıyla iletişimi kesmek oldu. Bağlantıyı kestiklerinden emin oldukları zaman botlarla ve helikopterlerle gemiye çıktılar. Gelir gelmez de ateş etmeye başladılar. Silahları göremiyordum ama silah seslerini duyuyordum. ‘Aman ALLAH’ım bu adamlar delirmiş. Gerçekten ateş ediyorlar’ diye düşündüm. Bu esnada ‘kadınlar aşağı insin!’ diye uyarıda bulundular. Ben aşağı inmek zorunda kaldım fakat kameramanım çekim yapmaya devam ediyordu. Onu çok merak ediyordum. Çünkü görüntü almak isterken öldürülmesinden endişe ediyordum. Biliyorsunuz bir gazeteci fotoğraf çekerken öldürüldü. Hayatı pahasına görüntü almasının bir manası yoktu.

Ne zamana kadar çekim yaptınız? Elinizde henüz yayınlamadığınız başka görüntüler var mı?

Bütün yolculuk boyunca, neredeyse her dakika çekim yaptık. Fakat bu görüntülerin hepsi elimizden alındı. Sadece baskından yarım saat öncesi ve saldırı anının ilk yarım saatini gösteren kısmı kurtarabildik. Elimde kalan tüm görüntüleri internete koyduğumda, ortaya bir gerilim filmi çıkıyordu. Titanik filmindeki gibi. Titanik’i seyrederken de, her şey güzelce akıp giderken birazdan olacakları, geminin batacağını bilirsiniz ya. İşte öyle. Burada da ilk yarım saatte insanlar uyuyor, dua ediyor, birşeyler yiyor. Filmin bu kısmı, birazdan yaşanacak çılgınlığı düşündüğümüz zaman bir anlam ifade ediyor. Elimdeki görüntülerin tamamını hiçbir ekleme ve çıkarma yapmadan, olduğu gibi paylaştım. Yarım saat sükunet ve arkasından vahşet.

İsrail hiçbir şekilde gemiden görüntü çıkmaması için elinden geleni yaptı. Onca aramaya ve kontrole rağmen siz görüntüleri nasıl kurtarabildiniz?

Baskın olursa, görüntülerin elimizden alınacağını tahmin etmek zor değildi. Kameramanımla önceden bunları konuşmuştuk. Görüntüleri nasıl çıkarabileceğimize dair planlar yapmıştık. Normalde büyük hafıza kartı kullanırız. Bu sefer küçük bir hafıza kartı kullanmamız gerektiğini biliyorduk. Kameramanım batılı bir görüntüye sahip. Kumral yeşil gözlü falan. Bu bizim için bir avantaj oldu. Çünkü Müslüman görünümlü kimseleri inanılmaz şekillerde aradılar. Ağızlarının içine, saç diplerine varıncaya kadar baktılar. İç çamaşırlarını çıkarttırarak her yerlerini kontrol ettiler. Kameramanım görüntüleri iç çamaşırına sakladı. ‘Eğer görüntüleri bulup el koyarlarsa, yapacak birşey yok’ dedik. Şansımız yaver gitti diyebilirim. Başka ufak tefek görüntü çıkarmayı başaranlar oldu. Fakat, yaşanan vahşete dair en net görüntü bizimki oldu. Yaralıları, dışarıdan içeriye taşınan ölüleri, yani o esnada gerçekten nelerin yaşandığını dünyaya göstermiş olduk. O zamana kadar sadece İsrail hükümetinin dünyaya yaymaya çalıştığı yalanlar vardı.









İsrail haklılığından son derece emin. Öyleyse sizce neden görüntülerin çıkmasından bu kadar rahatsız?

Biz kanunsuz birşey yapmadık. Onların yaptıklarıysa tamamen yasadışıydı. Yaşanların bilinmesi ve sorumlularının hak ettikleri cezayı alması için kendi çektiğimiz görüntüleri çıkarmayı çalıştık. Hapishanedeyken kimseyle görüştürülmedik. Dışarıdan da haber alamadık. O günler tamamen karartma günleriydi. İsrail o süreçte kendi yalanlarını dünyaya yayıyordu. ‘Biz birşey yapmadık. Onlar bize saldırdılar’ gibi. Tüm hikâyeyi çarptırıyorlardı. Ama en korkuncu ve inanılmazı merkez medya da onlara çanak tutuyordu. Hep onların söylediklerini tekrar ediyor ve destekliyorlardı. Bu olay gerçek gazeteciler ve gazetelerle diğerlerini ayırdı. Aynı zamanda medyanın, gazetecilerin, yönetmenlerin adaletin sağlanmasında, haklı ile haksızın ayrılmasında ne kadar önemli bir rol üstelenebileceğini bir kez daha göstermiş oldu. Bizim sorumluluğumuz gerçeği ortaya çıkarmak. Böyle bir sorumluluğu yerine getirdiğim için hiç bu kadar mutlu olmamıştım diyebilirim.

Gemiye yolculuğun belgeselini yapmak için bindiniz. Siz bir yönetmen mi, Aktivist mi, ne olarak tanımlıyorsunuz kendinizi?

Gençken daha çok ‘sanat sanat içindir’ diye düşünürdüm. Yaşım ilerleyip, dünyayı dolaştıkça, yaşanan haksızlıkları gördükçe, sanatın barış için, adalet ve özgürlük için kullanılabileceğini gördüm. Bu benim kendi olgunlaşma sürecimdi. En büyük kırılmamı 2003 yılında, Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında yaşadım. Milyonlarca savaş karşıtı dünyanın her yerinde sokaklara dökülüyordu. Fakat bu Amerikan hükümetinin umurunda bile değildi. Yine yalanlar üstüne kurulmuş bahanelerle gidip Irak’a saldırdılar. Ben de dünyanın sorunlu bölgelerini, özellikle de Afrika ve Ortadoğu’yu dolaşmaya başladım. Her seferinde şanslıydım çünkü ölmedim, yaralanmadım. Nijer deltasında hararetli olaylar yaşanırken oradaydım. Militanlar petrol şirketlerini vurup, insanları kaçırırken Nijer hükümetinin askerleri yönetmenler ve gazeteciler için çok daha tehlikeliydi. O zamanda oraya gidip, görüntü alabilen tek kişi ben oldum. Sri Lanka’da, Siera Leone’de, Rio de Janeiro’da daha bir çok tehlikeli yerde bulundum. İsrail’in Lübnan’a saldırdığı 2006 yazında Lübnan’daydım. 2008 yılında bir yıl İran’da yaşadım. Benim aktivist tarafım yönetmen tarafımdan ağır basıyor. Açıkçası, sanatı aktivizm için kullanıyorum.



‘Gemidekiler sadece aktivist olsalardı, hiçbir şekilde direniş göstermezlerdi. Pasif bir şekilde dursalardı, kimse ölmezdi’ dendi. Dünyanın pek çok sorunlu bölgesinde bulunmuş bir aktivist olarak, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bence, İsrail gemiyi durdurmak ve eli geçirmek istiyorsa saldırması gerektiğini ve bunun karşısında gemidekilerin direneceğini gayet iyi biliyordu. Çünkü yüzlerce insanın bulunduğu bir gemiyi hiçbir direnişle karşılaşmadan, sessiz sedasız öylece ele geçirmeyi bekleyemezsiniz. Onlar gemiye çıkmaya kalkarsa insanlar tabii ki bağırır, çıkan askerleri iter, suya düşürmeye çalışır. Gemideki hiç kimsede silah olmadığını açıkça tüm dünya biliyor. Askerler ateş ederek gemiye çıktıkları ve kaos yarattıkları zaman insanlar da ellerine geçirdikleri cisimlerle karşı koymaya çalıştılar. Bunun kanunda da yeri var. Nefsi müdafaa. Biri size saldırdığı zaman kendini koruma hakkına sahipsindir. Biz de bunu yaptık. Tabii ki ortada bir orantısızlık vardı. Biz de süpürge sapları, sapanlar, şişeler vardı. Onlardaysa lazerli silahlar, otomatik tüfekler gibi şeyler. Gemideki insanlar adalete o kadar bağlı, Filistin halkının dramına o kadar duyarlıydılar ki, İsrail tarafından kötü muamele görmeyi, hapse atılmayı en kötüsü ölmeyi göze almışlardı. Sanırım İsrail’i korkutan da bu oldu ve her zaman yaptığı gibi katliam gerçekleştirdi. İsrail bunu hep yapıyor. Katliam üstüne katliam. Bu zamana kadar yaptıkları kimsenin umurunda olmuyordu. Fakat, bu sefer tüm dünyanın gözü önünde, her milletten insana yaptığı için, herkesi ilgilendiriyor.

İsrail bu olayla uluslararası arenada kredi kaybetti mi ve yaptıklarından ötürü yargılanıp ceza alacağını düşünüyor musunuz?

İsrail’in devlet olarak dünya halkları gözünde zaten hiçbir kredisi yok. Yaptıklarının yanlış olduğunu hiç tartışma götürmeyecek şekilde hep beraber biliyoruz. Fakat devletler o kadar korkak ki! İsrail’in yanlış yaptığını düşünseler de, buna karşı harekete geçecek, İsrail’e ‘dur’ diyebilecek bir güçleri yok. Burada sorumluluk biz sivillere düşüyor. Çünkü devletler günün sonunda sadece kârlarına ve çıkarlarına bakıyorlar. Bu haksızlıklara uğrayan bizler, birarada durup, dünyanın her yerinde bireysel ve toplu davalar açarsak başarılı olacağımıza inanıyorum. Bu davalar gerçek anlamda medeniyetin tesisi için önemli birer örnek olacak ve herkese cesaret verecek. Aksi takdirde, mağara insanlarından bir farkımız kalmaz. 2010 yılında böyle bir muameleyi kendimize reva görmemiz mümkün değil. İsrail’in kabadayı tavırlarından herkes o kadar korkuyor ki. Hatta benim ailem, iş arkadaşlarım bile. Bana ‘Sen deli misin?, Hiç korkmuyor musun? Ya seni vururlarsa, öldürürlerse...’ diyorlar. İşte insanların gözleri böyle korkutuluyor. Kendileri aleyhinde konuşan herkesi bir şekilde ortadan kaldırmaya, susturmaya, kariyerlerini bitirip, hayatlarını mahvetmeye çalışıyorlar. Bu noktada gereken tek şey kararlılık. Haksızlıkların karşısında durmak, hayat boyu sürecek bir adanmışlık gerektiriyor. Ne olursa olsun doğru bildiğini söylemek ve karşılığında her türlü sonucu göze almak. Bazen adaletin tesisi, sizin fiziksel hayatınızdan daha önemli bir hâl alıyor. Gemide de bu yaşandı zaten. İnsanlar hayatlarıyla İsrail-Filistin meselesinin gidişatını değiştirdi.

İsrail’de bu kabadayı imajına zarar verecek her şeyi engellemek için akıl, mantık almaz şeyler yapıyor. ‘En güçlü biziz. Kimse bize kafa tutamaz’ gibi. Tüm yaşananlar yine İsrail’in bu egosu ve kibri yüzünden. Bu konuda çok tutarlı teoriler var. Mesela, Lübnan’da 2006’daki başarısızlığını kapatmak için, döndü ve Gazze’yi abluka altına aldı deniyor. İsrail her zaman bölgedeki en güçlü devlet olduğunun ispatında. Dökme kurşun operasyonunu tüm dünya gördü. Fosfor bombalarıyla bebekleri, kadınları, sivil insanları öldürdüler. İsrail asla durmayacak. Tabii birileri onu durdurmazsa.

Birleşmiş Milletler’in Gazeteciler Derneği’nde elinizdeki görüntüleri dünyaya gösterdiniz. Bunu nasıl organize ettiniz? Görüntülerden sonra nasıl tepkiler aldınız?

İlk başta görüntülere eklemeler yapıp, kısa filmler çıkarmayı düşünüyordum. Sonra bir arkadaşım Norman Finkelstein, ‘İsraillilerin yaptığı gibi garip aşırılıklar yapma. Sadece elindeki görüntüleri olduğu gibi göster’ dedi. Akla yatkın birşey söylüyordu. Elimdekilerin hepsini küçük filmlere bölüp, eklemeler yapmak ve zamanla yayınlamak yerine hepsini tek seferde göstermeye karar verdim. Bunu da neredeyse tüm basın kuruluşlarının temsilcisi olan BM’nin Gazeteciler Derneği’nde (UNCA) yapmaya karar verdim. Onlar da bunu kabul etti. Ulaşabilecekleri tüm gazetecilere haber verdiler. BM’deki İsrail komisyonu çılgına döndü. Onlar da benimle aynı zamanda orada bulunmak ve kendi görüntülerini göstermek istediler. Tekliflerini kabul edince de çok şaşırdılar. Benim bu konuda hiçbir çekincem yoktu. ‘Siz de gelin ve elinizdekileri gösterin’ dedim. Bu taleplerinden vazgeçtiler. ‘Sadece senden önce beş dakikalık bir gösterim yapmak istiyoruz’ dediler. Ona da ‘tamam’ dedim. Fakat son dakikada gelmekten tamamen vazgeçtiler. Benim, BM ve İsrail’le yaptığımız yazışmalar duruyor. Buna rağmen çıkıp, basın toplantısına çıkmayı kesinlikle reddettiklerini iddia ettiler.

Amerika’daki merkez medya hikâyeyi hep İsrail tarafından anlattı. Onların verdiği görüntüleri kullandı. Benim görüntülerimi görmezden gelmeyi tercih ettiler. Ancak İsrail medyası, Haaretz gibi basın kuruluşları benim görüntüleri kullandıktan sonra, oradan alıp kullanabildiler. İsrail Büyükelçiliği, Brezilya’daki gazetecilere ve basın kuruluşlarına benim terörist olduğumu, bana güvenilmemesi gerektiğini bildiren basın açıklamaları yolluyormuş. Bu da beni olduğumdan daha etkili daha güvenilir, daha sözü dinlenir hale getiriyor. Bunun için de kendilerine teşekkür ediyorum.

Röportaj: AYŞE SARIOĞLU

Ekleme Tarihi: 13.08.2010 - 17:00
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1298 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
SaYaCGIN (48), AnneminSariGülü.. (34), kotza1 (55), keremcik (52), fatih GUNES (49), muhsin p.o. (52), tuva (42), Dostluklar_Baki (39), meydan26 (50), mehlika akasya (45), panter32 (50), NÖBETCI (47), baranbari (49), friendsofmehdi (39), tatar_salih (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.76625 saniyede açıldı