0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » DİĞER DİNİ KONULAR » SiA'nin dogusu

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 9 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
Dai su an offline Dai  
SiA'nin dogusu

922 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 06.10.2008
En Son On: 12.09.2010 - 23:07
Cinsiyeti: Erkek 
Hak bir mezhep olmayan ve ehl-i sünnet içinde kabul edilmeyen Sianin dogusu

En büyük hidayet mesalesi olan Kur'ân-i Azimüssân'in nâzil olmasiyla bütün insanlik âleminde yepyeni bir devir baslamisti. Insanlar kalp ve ruhlarinin tabiî ihtiyaci olan "Hak Din"e kavusma sevinci içinde idiler. Sirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavusmuslardi. Kur'an'in hayattar prensipleri onlari her an maddi ve mânevi yücelige dogru götürüyordu. Dünün bedevî insanlari, artik âleme medeniyet dersi verecek hâle gelmislerdi. Müslümanlar göz kamastiracak bir gayret ve himmetle, bütün insanlik âlemine iman ve irfan nurlarini nesrediyorlardi. Yapilan bütün zulüm ve iskencelere, hile ve ihanetlere, oynanan bütün oyunlara ragmen, bu hidayet nurunun altina giren insanlar, günden güne artiyor ve kuvvetleniyorlardi. Artik hak din büyük bir isikla ile parliyor, terakki ve teâli ediyordu. Islâmîyet’ gönüllerde taht kura kura yayiliyor; imanin küfre, Hakk'in batila, tevhidin sirke ve adaletin zulme galip geleceginin isaretleri ufukta görünüyordu.

Nitekim, öyle de oldu. Resul-i Ekrem Efendimizin döneminde Islâmîyet’ Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hakimiyetini kurdu. Artik cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine birakmisti.

Hz. Ebûbekir ve Ömer (ra) devirlerinde kisa zaman içerisinde yapilan essiz fetihlerle Suriye, Misir, Irak ve Iran'in fethine basarili olundu.

Bu harikulâde gelisme, Islâm düsmanlarinin, bilhassa Yahudilerin(1) haset ve kinlerini kabartti.
Yahudiler tarih boyunca nifak ve ayrilik çikarmada ve hak ehlini bölüp parçalamada maharetli olan dessas bir millettir. Ilâhi iradeye her devirde karsi çikmis, kendi peygamberlerini bile öldürmekten çekinmemislerdir. Bunlar her çesit ihtilâli tezgâhlayan ve bütün ifsat komitelerini sevk ve idare eden, beserin huzur, ahlâk ve itikadini bozmayi bas gaye edinen muzir bir millettir. Münâfiklik ve riyakârlikta hiçbir kavim bunlara ulasamamistir. Bunlara, "insanlik âleminin nefs-i emmâresi" denilse yeridir. Kur'an'in: “Duribet aleyhümü’z-zilletü ve’l meskenet” ifadesiyle, Yahudiler, kiyâmete kadar üzerlerinden silip atamayacaklari bir zillet ve meskenet damgasini yemislerdir.

Yahudiler, Islâmîyet’in kisa zamanda gösterdigi büyük gelisme karsisinda dehsete kapiliyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin Islâm'a girisi de onlari büsbütün çildirtiyordu. Islâmîyet’in bu hizli ve parlak yayilisi mutlaka durdurulmaliydi. Bu gidisle Islâmîyet’ bütün dünyaya yayilacak ve Yahudilik yeryüzünden silinip gidecekti. Birkaç bin senelik Yahudi varligi artik son bulmus olacakti. Yahudiler vaktiyle, yani Islâmîyet’ten 6.5 asir önce de Hiristiyanligin zuhuru ile böyle bir "yok olus tehlikesi" geçirmislerdi. Önce, Hiristiyanligi ortadan kaldirmak için büyük gayret göstermisler, daha sonra bu yeni dinin mensuplarini kuvvetle maglup edemeyeceklerini anlayinca hile ve desise yoluna basvurmuslardi. Söyle ki:

Hiristiyanligin esas temellerini yikarak onun yerine kendi uydurma hurâfelerini ikame etmek üzere alim ve feylesof bir Yahudi olan Saul'u sahneye çikardilar. Bu zeki Yahudi beyi, güya Hiristiyanligi kabul ederek Pavlos ismini aldi ve kiliseye çekilerek uzun müddet inziva hayati yasadi. Hiristiyan dininin icaplarini harfiyen yerine getiriyor ve gitgide halkin itimadini kazaniyordu. Sonunda Hiristiyanlarin sevgi ve hos görüsüne o derece sahip oldu ki, kendisine bir havari gibi hürmet etmeye basladilar. Pavlos, bu sevgiyi, Hiristiyanligi bozmakta çok dessas bir sekilde kullanmasini bildi. Hz. Isa (as) ile görüstügüne ve O'ndan talimat aldigina halki inandirmayi basardi. Kesif ve plânli gayretleri sonunda, Hiristiyanlarin hem itikat, hem de ibadetlerini liakikatten saptirmaya ve birtakim bâtil mezhep ve firkalari ortaya çikarmaya muvaffak oldu. Artik "tevhit”in yerini "teslis" almis, yani Hiristiyanlar bir tek Mabud'a bedel, Hz. Isa ve Hz. Meryem'e de ilâhlik isnat etmeye baslamislardi.

Fakat, Yahudilerin Islâmîyet’in hizla yayilisi karsisinda maruz kaldiklari tehlike, eskisinden çok daha büyüktü. Yahudilerin bu yeni dine karsi koymalari imkânsizdi. Çünkü, Islâmîyet’in gelisme kabiliyeti fevkalâde idi. Zira, Islâm dini akla, mantiga muvafik oldugundan kalplere tesir ediyor; sadece Yemen Yahudilerinin degil, bütün Israilogullarinin, dogup yükselmekte olan bu Islâm günesi karsisinda eriyecekleri muhakkak görünüyordu. Öyle ise, ne pahasina olursa olsun buna mani olunmaliydi.

Vaktiyle, Hiristiyanlara karsi tezgâhlanan oyunun, simdi Müslümanlara karsi oynanmasi lâzimdi. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine'de Ibn-i Sebe'yi sahneye çikardilar(2).

Ibn-i Sebe, tahribat programini baslica iki esas üzerine kurdu. Ilk olarak, Müslümanlar arasinda ayrilik çikarmakla, Islâm'in gelismesine engel olacak; ikinci safhada Islâmî inanç ve itikada hurâfeler katarak, onlar arasina, kiyâmete kadar sürecek bir fikir ayriligi sokacakti. Bu iki hedefin gerçeklesmesi için komiteler kuracak ve onlar araciligi ile Müslümanlar arasindaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi mânevi baglari zayiflatarak ortadan kaldirmak üzere yogun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasindan hemen durum degerlendirmesi yapilacak, plânlanan hedeflerle alinan neticeler kontrol edilecek, degisen ve gelisen sartlar altinda yeni hedeflerin gerçeklesmesi için yeni plânlar yapilacak ve uygulama sahasina sokulacakti.
Ekleme Tarihi: 17.12.2009 - 06:04
Bu mesajı bildir   Dai üyenin diğer mesajları Dai`in Profili Dai Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Dai su an offline Dai  

922 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 06.10.2008
En Son On: 12.09.2010 - 23:07
Cinsiyeti: Erkek 
Ibn-i Sebe ve arkadaslari halki etkileyebilmek için samimî bir Müslüman, erdemli bir mümin kiligina girme karari aldilar. Bu safta da, Ibn-i Sebe, rolünü emsâlsiz bir biçimde oynamayi basardi. Sabah namazlarinda herkesten önce mescide gidiyor, yatsida herkesten sonra mescidi terk ediyordu. Çokça namaz kiliyor, ekseri günler oruç tutuyor ve daima zikirle mesgul oluyordu. Gittigi her yerde çekici ve câzip konusmalar yapiyor ve kendisini Islâm'in en hâlis ve sâdik bir fedaisi gibi gösteriyordu. Sahabelerle, bilhassa Hz. Ali ile bol bol sohbet ediyor, onlara itimat telkin ediyordu. Bir taraftan fazilet ve takvâsini halka gösterirken, diger taraftan da etrafiyla uyum saglayamayan dislanmis kimseleri buluyor ve onlarla gizliden gizliye diyalog kuruyordu. Bu tiplerin bir kismini makam ve mevki hirsindan, bir kismini kisisel garazdan, bir diger kismi da soy-sop üstünlügü damarindan yakalayip kendine bagliyor ve onlari birer problem-insan haline getiriyordu.

Daha sonra, faaliyetlerini Medine disina tasirmaya ve daha önce buralara göndermis oldugu adamlariyla temaslar kurup halki hilâfet aleyhinde kiskirtmaya karar verdi. O günkü sosyal bünye de, maalesef, bu yikici fikirlerin yayilmasina oldukça uygun idi. Devlet aleyhinde istismar edilebilecek hususlar vardi. Bunlardan birisi Hasimîlik-Emevîlik rekabeti idi. Devlet adamlarinin çogunlugunun Emevîlerden olmasi, Hasimîler için bir huzursuzluk kaynagi, dolayisiyla da önemli bir tahrik unsuruydu. Istismar edilebilecek bir diger husus da; devlet islerinde Ensâr'dan çok, Muhîcirlerin vazife almis olmasiydi.

Ibn-i Sebe, bu ve benzeri bütün firsatlari degerlendirmek üzere seyahata çikti. Önce Basra'ya gitti. Burada daha önce yerlestirdigi komitacilari vasitasiyla devletten memnun olmayan kisilerle temaslar kurdu. Yaptigi faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr'in dikkatini çekince Kûfe'ye geçti. Burada da bir kisim halkin idare aleyhinde olmasi, Ibn-i Sebe'nin isini daha da kolaylastirdi ve kisa zamanda komitacilarini gerekli biçimde organize ederek Sam yolunu tuttu. Sam'da aradigini bulamadi. Zira, devlet isleri yolundaydi ve istismar edebilecegi fazla bir mevzu yoktu. Buradan Misir'a gitti. Aradigi sartlari maalesef burada fazlasiyla buldu. Çünkü, farkli sebeplerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çesitli gruplar, burada toplanmislardi. Ibn-i Sebe daginik halde bulunan bu gruplari büyük gayretler sonunda bir çati altinda toplayarak, onlari Hz. Osman (ra)'ya karsi harekete hazir hale getirdi.

Bu merhaleden sonra, Hz. Osman (ra) aleyhinde tanzim ettigi bir dizi iftira listesini diger Islâm vilâyetlerindeki adamlarina göndererek Halife'ye karsi bir kiyam hareketi baslatmak üzere yeni ve yogun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarina su talimati verdi: "Ise, bütün devlet erkânini kötülemekle baslayin. Kendinizi de “iyiligi emredip kötülügü de nehyetmekle” mesgul gösterin. Halkin hürmet ve muhabbetini kazanin."

Kendisi de çesitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe'ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idari ve siyasi meseleler, yalan ve iftiralarla abartiliyor, Hz. Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettigi ve bütün vilâyetlerin müthis bir kargasa içinde bulundugu imaji veriliyordu. Maksat, Medine disindaki diger bölgelerin Islâmî çizgiden gittikçe uzaklastigi, anarsinin bütün Islâm beldelerinde yayginlik kazandigi kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu meselelere karsi lâkayt ve aciz kaldigini zihinlere yerlestirmekti.
Fitne ve fesat haberleri Medine'ye ulasinca Hz. Osman (ra), Hz. Ali'nin de yardimiyla, durumun tetkiki için çesitli vilayetlere güvenilir ve itibarli heyetler gönderdi. Bu heyetler, durumun propaganda edildigi gibi olmadigini, aksine bütün ülkede huzur ve sükûnun hâkim oldugunu görerek raporlarinda belirttiler. Hz. Osman (ra), heyetlerin bu raporlari ile de iktifa etmedi ve bütün valileri istisare için Medine'ye çagirdi. Onlarla fikir alis verisinde bulundu. Gerçekten ortada önemli bir problem yoktu. Yine de tedbir olarak valileri, halka iyi muamele etmeleri yolunda uyardi. Ancak fitne durmuyordu. Çünkü düsman gizli ve sinsi idi ve çok plânli çalisiyordu. Ortada, üzerine yürünülebilecek açik bir cephe mevcut degildi. Halk, her gün biraz daha fitnenin içine itiliyordu.

Ibn-i Sebe, bu çalkantilar sirasinda, Siîligin ilk çekirdegi olan Sebeiyye mezhebini kurdu (2). Böylece, tasarladigi hainâne plânini gerçeklestirmede büyük bir adim atmis oluyordu. Bu mezhep, istikbâlde Islâm'i parçalayacak firkalarin temelini teskil edecekti.

Ibn-i Sebe, Misir'da kurmus oldugu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onlari Hz. Osman (ra) aleyhine tam mânâsiyla sartlandirdi. Simdi sira yeni bir halife adayi tespit ederek Hz. Osman'i (ra) katletmeye gelmisti. Bu noktada söyle bir plânla ise basladi: "Hz. Osman kusurlu ve hatali bir insandi. O'nun perine gelecek kimse de hatali bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksizligin önü alinamazdi. O halde en mühim mesele, O'nun yerine gelecek kisinin hatadan sâlim, masum bir insan olmasiydi. Bu masum insan ise, çocuklugundan beri Hz. Peygamber'in (sav) murakabesi altinda yetisen, O'nun terbiyesiyle olgunlasan ve O'nun ilmine ve kemâline vâris olan Hz. Ali'den baskasi olamazdi. Her peygamberin bir veziri oldugu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber'in veziriydi. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O'nun bu veraset hakkini gasbetmislerdi..."

Ibn-i Sebe bu davasini kuvvetlendirmek için, Hz. Ali’yi (ra), eski masal kahramanlari gibi gösteriyor, birtakim hurâfe ve hikâyelerle O'nun, insanüstü bir varlik oldugunu telkin ederek etrafindaki insanlar gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.

Ibn-i Sebe, plânlarini merhale merhale uygulama sahasina koymaktaydi. Simdi sira güya Hz. Ali'nin (ra) hakkini almaya gelmisti. Bunun için de su telkin metodunu uyguladi: "Her peygamberin bir vasisi vardir. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali'yi (ra) vasi tayin etmistir. Hz. Peygamber'in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (sav), Hz. Isa gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve niçin vasiyetimi yerine getirmediniz?' diye bizden hesap soracaktir. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana ugrayacagiz..." (3)

Bu gibi telkinlerle, çevresindeki insanlarin his ve heyecanlarini, arzu ettigi noktaya getirince Medine'yi basip Hz. Osman'i (ra) öldürmeye karar verdi. Ibn-i Saba, Hac’ca gidiyormus gibi yaparak harekete geçirdigi adamlarini Medine yakinindaki Meyve’de topladi. Ilk firsatta Medine'ye girecekler ve Hz. Osman'i öldürmek için çareler arayacaklardi.

Katlin, Hasimîler tarafindan yapildigi intibaini vermek için de Misirlilar Hz. Ali'nin (ra) etrafinda toplanacaklar ve güya Hz. Ali'nin hakkini müdafaa edeceklerdi. Tâ ki, Emevîlerle Hasimîler karsi karsiya gelecekler ve böylece iç savas baslayacakti.

Ibn-i Sebe, daha önce Basra, Misir ve Küfe gibi merkezlerdeki adamlarina Hz. Aise, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr in (ra) imzalariyla uydurma mektuplar göndermis ve onlardan güya Hz. Osman’in hilâfetten uzaklastirilmasini istemisti. Ibn-i Sebe'nin komitecileri bu mektuplarla birçok insani ifsat ettiler. Böylece kuvvetlendiler ve yola çikarak Ibn-i Sebe'nin grubuna Medine yakinlarinda katildilar. Bu yeni kuvvetlerle Ibn-i Sebe'nin eskiyalari üç bin civarina erismis oluyordu.
Misirlilar Hz. Ali'ye, Basralilar Hz. Talha'ya ve Kûfeliler de Hz. Zübeyr'e basvurarak: "Mektuplarinizi okuduk; Osman'i öldürüp ümmeti huzura kavusturmak ve sizi devletin basina getirmek istiyoruz." dediler. Onlar da, kendileri tarafindan böyle bir mektubun yazilmadigini, isin içinde bir nifak oldugunu söyleyerek hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye ettiler. Isyancilar bu defa Hz. Osman'in yanina gittiler. Bunun üzerine, Hz. Osman, Hz. Ali'nin de yardimiyla, asileri ve bütün Medinelileri mescitte topladi. Herkesin sikâyetini dinledi. Onlara: "Sikâyetlerinizi nazara alacagiz, hata olarak düsündügünüz konulari düzeltmeye gayret edecegiz. Rahat olun..." dedi. Bu arada asiler, Misir valisinin görevden alinmasini istediler. Hz. Osman (ra) 'vali olarak kimi istediklerini' sordu. Onlar da: "Ebubekir'in oglu Muhammed'i isteriz" diye karsilik verdiklerinde, Hz. Osman, teklifi kabul etti ve hemen tayin emrini Muhammed'e verdi. Neticede bütün taraflar mutmain olarak geri dönmeye basladilar. Ibn-i Sebe, bu durumdan fazlasiyla rahatsiz oldu. Geri dönmekte olan Misir kafilelerini tekrar Medine'ye döndürmek ve mütecaviz bir hale getirmek için seytani bir plân hazirladi. Misir valisine hitâben, Hz. Osman (ra) adina bir mektup yazdi: Mektuba, Hz. Osman namina sahte bir mühür basip, fedailerinden birine vererek kafile arkasindan yola çikardi. O da devesiyle kafileye yetiserek, plân geregi süpheli hareketlerle dikkati kendi üzerine çekti. Neticede kafiledekiler bu adamdan süphelenerek onu yakaladilar ve mektubu ele geçirdiler. Zaten onun istedigi de bu idi.

Mektupta Misir valisine hitaben, "Bu âsiler geldigi zaman elebaslarini öldür ve gerisini de hapset," diye emredilmisti. Bu mektubu dinleyen mütecavizler birden soke oldular ve yeniden galeyana gelerek tekrar Medine'yi bastilar. Hz. Ali, Zübeyr ve Hz. Talha'nin hâdiseyi yatistirma gayretlerine ragmen sonunda Hz. Osman'in evini bastilar ve kendisini Kur'an okurken sehit ettiler.

Hz. Osman'in katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafikî idi. Hz..Osman'in sahadetiyle Ibn-i Sebe, davasinda büyük bir merhale kat'etmis .oluyordu. Artik nifak tohumlari meyvelerini vermeye baslamisti. Bu elîm hâdise Müslümanlarin, Islâm dinini baska ülkelere ulastirmalarina engel oldu. Islâm'in fütûhat ve teblig devri kapandi, bir duraklama ve çekisme devri basladi.

Bu merhaleden sonra Ibn-i Sebe, Hasimîlerle Emevîleri karsi karsiya getirmek için yeni bir plân hazirladi. Hz. Osman (ra) Emevî, Hz. Ali ise Hasimî oldugu için, Hz. Osman'i, Hz. Ali'nin öldürttügünü ve 0'nun yerine geçmek istedigini etrafa gizlice yayarak Emevîleri tahrik etti. Ibn-i Sebe, bir taraftan Hz. Ali'ye bu çirkin iftirayi yaparken, diger taraftan O'nun halife olmasi için açikça gayret gösteriyor, böylece halkin bu iftiraya kanmasini saglamaya çalisiyordu.

Bu maksatla, Misir'dan gelen kafileden, Yahudi asilli Ibn-i Meymun riyasetinde bir heyet seçerek Hz. Ali'nin huzuruna gönderdi. Heyet Hz. Ali'ye: "Malûmunuz oldugu üzere, bu ümmet bassiz kalmistir. Halifelige de en lâyik sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz," dediler. Hz. Ali (ra) bu teklifi reddederek, onlari evinden kovdu.
Ekleme Tarihi: 17.12.2009 - 06:04
Bu mesajı bildir   Dai üyenin diğer mesajları Dai`in Profili Dai Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Dai su an offline Dai  

922 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 06.10.2008
En Son On: 12.09.2010 - 23:07
Cinsiyeti: Erkek 
Hz. Ali'den (ra) böyle bir cevap alinmasi üzerine Kûfelilerden bir heyeti Hz. Zübeyr'e ve Basralilardan bir heyeti de Hz. Talha'ya gönderdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da Hz. Ali gibi bunlarin hilâfet tekliflerini reddederek huzurlarindan kovdular.

Ibn-i Sebe, onlardan da istedigini elde edemeyince bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafikî'ye su talimati verdi: "Medinelileri mescide toplayiniz ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kiliçla tehdit ediniz..."
Gafiki baskanligindaki âsiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara: "En kisa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Sayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsaniz, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kiliçtan geçirecegiz," dediler. Bu tehdidi dinleyen Medine halki, Hz. Ali'nin (ra) huzuruna çikarak, O'ndan halifeligi kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karisik durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemedigi halde, kabule mecbur oldu.

Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (ra), Hz. Ali'ye (ra) giderek O'ndan, kitabin hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman'in katillerinin cezalandirilmasini istediler. Hz. Ali onlara hitâben: "Haklisiniz; fakat devlet henüz âsileri tam mânâsiyla sindirmis degildir. Onun için devletin olaylara hâkim olmasini beklemek gerekir..." dedi.

Hz. Ali (ra), suçlularin tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptirilmalanni istiyordu. Hz. Âise, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (ra) ise, su fikirdeydiler: "Fitne büyümüs, devleti hedef almis ve halife sehit edilmistir. Mesele sadece Hz. Osman'in katilinin bulunmasi degildir. Bu fitne hareketine katilanlanrin çogunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandirilmalidir."

Hz. Ali (ra), Kur'an'in “Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ” nassindan hareket ile, "Birinin hatasiyla baskasinin mesul olamayacagi" görünüsünü ileri sürerek, onlarin bu fikrine katilmadi(4).

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (ra), Hz. Ali'nin görüsünü ögrendikten sonra, Hz. Âise (r.anhâ) ile Mekke'de görüstüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra'ya gitmeye karar verdiler.

Hz. .Ali de (ra), Hz. Âise, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in (ra) Basra'ya gittiklerini haber alinca devletin bütünlügünde bir parçalanma, bölünme olmamasi için ordusuyla Basra'ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladi. Hz.Ali (ra) meselenin baris yoluyla halledilmesi için Ka'ka isminde bir elçisini Hz. Âise, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'e göndererek onlara, tefrikanin fenaligini, birlik ve beraberligin önemini, her seyin sulh yoluyla daha iyi hall olacagini anlatmasini istedi. O da bu emir geregince, Hz. Aise, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in yanina giderek onlara Hz. Ali'nin görüslerini: bu yaranin ilâcinin sükûnet oldugunu, sükûnet gerçeklestikten sonra her tedbirin alinabilecegini, aksi halde fitne ve fesat çikacagini, bunun da Islâm'a ve Müslümanlara getirecegi sikintinin büyük olacagini izah etti. Onlar: "Eger Ali bu fikirde ise, aramizda bir görüs ayriligi kalmamistir." dediler.

Bu neticeden her iki tarafin mensuplari da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükûn hali hâsil oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içersinde görerek çadirlarina çekildiler.
Bu sulhtan, ziyade rahatsiz olan münafik Ibn-i Sebe, taraftarlarini toplayarak onlara: "Ne yapip yapip savasi kizistirmaniz ve Müslümanlari birbirine düsürüp kirdirmaniz lâzim. Sayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz bosa gider; hedefe varamamis oluruz." dedi. Ve savasi baslatmak üzere yeni bir plân hazirladilar. Sabaha yakin saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plân geregi, Ibn-i Sebe kendi adamlarini Hz. Ali (ra) ile Hz. Zübeyr ve Talha'nin (ra) çadirlarinin etrafinda yerlestirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafin çadirlarina baskinda bulundular. Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (ra): "Ne var, ne oluyor?" diye sorduklarinda, Ibn-i Sebe'nin adamlari, "Hz. Ali'nin adamlari (Kûfeliler) bize gece baskini yapti," dediler.

Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (ra): "Anlasildi, Hz. Ali, harbi kesmekte samimî degilmis." dediler. Öte yandan gürültüyü isiten Hz. Ali (ra): "Ne oluyor?" diye sordu. Yine Ibn-i Sebe'nin adamlari: "Karsi taraf bize gece baskini yapti. Biz de püskürttük." dediler. Hz. Ali de: "Anlasildi. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde ayni fikirde degilmisler." dedi. Böylece on bin kisinin hayatina mâl olan Cemel Vak'asi meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savasta sehit düstüler. Ibn-i Sebe, böylece Hz. Osman’in (ra) katlinden sonra amacina dogru mühim bir merhale daha kat'etmis oluyordu.

Hz. Ali (ra), Cemel Vak'asi'ndan sonra bir müddet Basra'da kaldi. Daha sonra oradan Kûfe'ye geldi. Müslümanlarin büyük bir kismi, Fas'tan tâ Çin sinirina kadar Hz. Ali'ye (ra) biat etmislerdi. Biat etmeyen, sadece Suriyeli Müslümanlar kalmisti.

Hz. Ali (ra) Sam Valisi Muâviye'nin ve dolayisiyla Suriye'nin biatini temin etmek için, her zaman oldugu gibi sulh yolunu tercih ederek kendisine Cerir ismindeki bir adamini elçi olarak gönderdi.

Ibn-i Sebe, Hz. Ali'nin (ra) konuyu sulh yoluyla halletme tesebbüsü üzerine, her zamanki gibi sulh yolunu tikamak için, yine harekete geçti. Çünkü, sayet sulh olursa, Hz. Ali (ra) bundan sonra ilk is olarak Ibn Sebe taraftarlarini ele alacak, suçlular tespit edilince de âkibetleri çok kötü olacakti. Su halde, iki taraf da bir esas üzere barisacak olurlarsa âsilerin hezimete ugrayacaklari süphesizdi. Onun için, mutlaka bu sulha mani olunmali ve taraflar karsi karsiya getirilmeliydi. Ibn-i Sebe ve arkadaslari hâdiseleri kendi lehlerine çevirecek bir hâlin dogmasini bekliyorlardi. Nitekim, hâdiselerin seyri lehlerine cereyan etti. Çünkü Muâviye, Hz. Ali'nin (ra) bu teklifini kabul etmemisti. Neticede her iki taraf da harp hazirliklarini tamamlayip Muharrem ayinda Siffin'de karsi karsiya geldiler.

Bununla beraber Hz. Ali (ra) ile Hz. Muâviye (ra) bu ayda harp etmemek için bir aylik bir mütareke yaptilar. Hz. Ali (ra) bu mütarekeyi firsat bilerek Hz. Muâviye'ye sulh için yeniden heyetler yolladi.

Ibn-i Sebe, harbe mani olmak için giden heyetler içine Hâtem oglu Adiy ve Sebt gibi adamlarini soktu. Bu adamlar Hz. Muâviye'yi mütecaviz bir lisanla tehdit etmisler ve O'na karsi, "Siz de Cemel Vak'asi'nda hezimete ugrayanlardan daha perisan olacaksiniz..." gibi tahrik edici sözler sarf ederek muhtemel bir sulha mani olmuslardi.

Ibn-i Sebe ve adamlari, bir taraftan da Hz. Ali'nin ordusunu bir an evvel harbe girmeye tesvik ediyor ve onlara, "Samlilarin da Cemel Vak'asi'ndakiler gibi hezimete ugrayacaklarini" telkin ediyorlardi. Neticede taraflar yine karsi karsiya geldiler ve Siffin Savasi gerçeklesti.
Ibn-i Sebe, bu iç savaslarla esas amacina yaklasmis oluyordu. Çünkü onun asil amaci, Islâm itikadina hurâfeler sokarak onu öz safligindan çikarmakti.
Ekleme Tarihi: 17.12.2009 - 06:05
Bu mesajı bildir   Dai üyenin diğer mesajları Dai`in Profili Dai Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Dai su an offline Dai  

922 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 06.10.2008
En Son On: 12.09.2010 - 23:07
Cinsiyeti: Erkek 
Bugün kavga eden müminler yarin barisabilir ve tekrar bir araya gelerek Islâm birligini yeniden tesis edebilirlerdi. Müslümanlar arasinda tâ kiyâmete kadar devam edebilecek bir ayrilik çikararak onlari inanç yönünden parçalamak, hiziplere ayirmak icap ediyordu. Simdi yapilacak en önemli is, inançlari asil çizgisinden saptirmak için dine hurâfeler sokmakti. Ibn-i Sebe bu ise, "Ehl-i Beyt" muhabbetini istismar etmekle basladi. Ehl-i Beyt'in en atesli bir taraftari olarak sahneye çikti. Hilâfetin bastan beri Hz. Ali'nin hakki oldugunu ve O'ndan haksiz olarak gasp edildigini etrafa yaydi. Hz. Ali ve evlâtlarini, "Ilâhlar Hanedani" haline getirerek Islâm Dinini Hiristiyanlikta oldugu gibi tevhit esasindan saptirmaya tevessül etti. Sonunda, Ibn-i Sebe baskanligindaki bir grup, Hz. Ali'nin (ra), huzuruna çikarak O'na: "Sen Rabbimizsin, Ilâhimizsin," dediler. Hz. Ali, bu müsriklerin bir kismini yaktirdi (5). Ibn-i Sebe'yi ise, ordu içinde taraftarlarinin çoklugu sebebiyle, fitne ve zaafa yol açacagi endisesinden, yaktirmaktan vazgeçti. Iran'in eski hükümet merkezi olan Medayin'e sürdürdü.

Ne yazik ki, Medayin, Ibn-i Sebe'nin sapik fikirlerinin üretilmesine çok müsait bir zemin idi. Ibn-i Sebe burada, vaktiyle Hz. Ali'den kaçan Haricilerle görüstü ve reisleri Evfa oglunu buldu. Evfa oglunun Hz. Ali’ye karsi bir harekette bulunmak istedigini anlayinca, ona: "Böyle bir hareketle Ali'yi maglup edemezsiniz, ancak siz maglup olursunuz," dedi. Evfa oglu, Ibn-i Sebe'ye fikrini sorunca, o da: "Üç fedai ile bu isi hallederiz." dedi.

Bu konusmadan sonra, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr Ibnü’l-Âs'in öldürülmesinde mutabik kaldilar. Bu maksatla üç suikastçiyi yola çikardilar. Üç sahabe, Ramazan’in 17'nci günü sabah namazini kildiracaklari sirada öldürüleceklerdi. Takdir-i Ilâhi ile Hz. Muâviye ve Amr Ibnü’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat Ibn-i Mülcem isimli suikastçi Hz. Ali'yi, sahadetine Sebep olan zehirli bir kiliç ile yaralamaya muvaffak oldu.

Ibn-i Sebe, Ibn-i Mülcem'i Hz. Ali'yi öldürtmek üzere yola çikardiktan sonra Meymun oglunu birkaç adamiyla Küfe'ye göndermisti. Meymun oglu orada: "Ali ölmedi, uruç etti, semâya çikti. Simdi o, bulutlarin üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kiliciyla bütün dünyaya adalet dagitacaktir..." gibi hurâfeler yayacakti.

Ibn-i Sebe, yakin mesai arkadaslari ile beraber Iran’da yapacaklari ihanet faaliyetlerinin plânlarini hazirladilar ve çalismaya koyuldular. O günkü sosyal durum da onlarin bu plânlarini uygulamaya son derece elverisli idi. Söyle ki:

Islâmîyet’ çok kisa bir zamanda genis bir sahaya yayilmisti. Bu derece genis ve yaygin bir cografya üzerinde Islâm'in bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanligi kabul etmis milletlere, intikal ettirmek, mizaçlari farkli kavimleri Islâmî potada eritmek ve yogurmak, henüz yeni kurulmus bir Islâm Devleti için fevkalâde zor bir isti. Islâm'in ulastigi her yerde, Islâm'a kitleler halinde katilmalar oluyordu. Gerçi bu durum, Müslümanlari sevindiriyordu. Fakat, mânevi hamur gerekli sekilde yogrulamiyor, ideal mânâda Müslümanlar pek yetisemiyor, dolayisiyla de ideal duyus ve yasayis açisindan Müslümanlar arzu edilen kivamda bütünlesemiyordu. Halk tabakalari, islenmemis ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini Iran'da açik bir sekilde gösteriyordu.

Yeni Müslüman olmus kimseler, eski yanlis inançlarindan bütün bütün kurtulmus degillerdi. Asirlardan beri süre gelmis hurâfe ve bâtil inançlarin etkisinde kalarak ruhlari, akillari, kalpleri boyanmis bu insanlara Islâm'in vehim ve hayâlâttan, düzmece ve hurâfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatlerini oldugu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. Islâmîyet’ bu mutaassip insanlarca hakkiyla hazmedilemiyor ve hak din kalplere ve hislere tam mânâsiyla yerlestirilemiyordu. Psikolojik olarak istiyorlardi ki eski inançlarini, örf ve an'anelerini de Islâmîyet’le birlikte devam ettirsinler. Diger taraftan, hilâfet makami da, bu ülkede ikaz ve irsat hizmetini gereken seviyede yapamiyordu. O beldelerdeki insanlara, Islâm'i bütün müesseseleriyle yerlestirme ve onlarin süphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, büyük ölçüde aksiyordu. Zira, Islâmîyet’ gayet genis bir sahaya yayilmis, sahabelerin büyük bir kismi iç fitnelerde vefat etmis, diger bir kismi uzlet hayatini tercih etmis, bir kismi da sosyal hayata müdahale edemeyecek kadar yaslanmisti.

Bu önemli görevin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun süre sahipsiz kaldi. Fetih zamaninda aldiklari ilk feyiz ve ilimle Kur'an'a ve imana ait hakikatleri tamamiyla ihata edememislerdi. Bu sebeble henüz hak ve bâtili, hurâfe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemislerdi.

Iste, Yahudi gibi dessas bir kavim, bu sosyal durumdan faydalanmayi basardi.
Ibn-i Sebe'nin, Iran'da olumsuz fikirlerini yerlestirmesinde önemli bir faktör de halkin psikolojik yapisiydi. Onlarin iç dünyasinda, akildan ziyade his hükmediyordu. Gönülleri hakikatten ziyade efsane ve hurâfelere açikti. Hâdiseleri mantik ve muhakeme uyumu içinde tahlil edemiyor, fikir süzgecinden hakkiyla geçiremiyorlardi.
Diger taraftan asirlarca süren saltanatlarinin ve milli gururlarinin, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafindan söndürülmesini de bir türlü hazmedemiyor, akil plâninda olmasa bile, his plâninda Islâmîyet’e karsi bir hazimsizlik gösteriyorlardi.

Ibn-i Sebe, bütün bu faktörleri degerlendirmesini bildi. Arkadaslarini toplayarak onlara, "Biz asil harbe yeni basladik. Bilmis olun ki, bu, Müslümanlar arasinda kiyâmete kadar devam edecek bir savasin. Simdi, biz Ali'yi takdis edecegiz ve ettirecegiz. O'na, yerine göre 'ulûhiyet' yakistiracagiz, yerine göre 'peygamberdir' diyecegiz, yerine göre de 'hilâfetin, Ali'nin hakki oldugunu, fakat Ebûbekir, Ömer ve Osman'in O'nun bu hakkini gasbettiklerini' anlatacagiz."

Ibn-i Sebe ve arkadaslari, bu karari aldiktan sonra etrafindaki adamlarini, bu fikirleri yaymak üzere görevlendirildiler. Bunlar, "Hilâfet Ali'nin hakki idi. Hilâfete lâyik Ali ve evlâtlaridir. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakki gasbetmekle Allah'in iradesine karsi geldiler... Allah'in iradesine itaat için Ali'den yana çikmak lâzimdir..." diye telkinlere basladilar. Bu telkinler, halk tarafindan kabul görünce, daha da ileri giderek insanlara ilâhlik isnat eden "Hulûl Akidesini" Islâm inancina sokmak için gayret gösterdiler. Islâm inancini asil çizgisinden saptirarak, tevhit akidesine taban tabana zit bir inanisi yaymaya basladilar. "Hulûl Akidesi' Iranlilarin eski dinlerinde de vardi. Bu bakimdan, bu bâtil itikat onlarda kolaylikla taraftar buldu.

Önce, Hz. Ali'ye (ra) ilâhlik izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhligin, O'nun evlâtlarina da intikal ettigi davasinda bulundular ve neticede Iran'da bir ilâhlar hanedani ortaya çikti.

Hz. Ali'nin (ra) vefatinda Ibn-i Sebe, "Ölen Ali degil, O'nun sûretine giren bir seytandir. Ali simdi göklere çikmis ve bulutlar üzerinde taht kurmustur," diyerek O'nun ölümüne hulûl akidesi paralelinde bir yorum getirdi.

Böylece, Misir'da "Sebeiyye Mezhebi"nin kurulmasiyla tohumu atilan Siîlik, Iran'da yesermeye, gelismeye basladi. Ve bundan yirmiden fazla firka (kol) türedi.

Kaynak:

1. MS. 70 yillarinda Romalilarin Yahudileri Filistin'den uzaklastirmasindan sonra Yahudiler, kabile kabile Arabistan, Hicaz ve Yemen'e yerlesmisler ve buralari Ikinci "Arz-i Mev'ud" saymislardi. Kisa zamanda buralarin servet, mülk ve arazilerini ellerine geçirmisler, bir taraftan Musevîligi yaymaya çalisirken, diger taraftan da halki alabildigine sömürmüslerdi. Bir ara Yemen Hükümdari Musevîligi kabûl edince, Yahudiler Yemen'de agirliklarini hissettirmeye baslamislardi. Fakat, Islâmiyet’in dogusu ve hizla yayilmasi onlari endiseye sevk etmisti. Nitekim Hicaz ve civârinda Islâmiyet’in yayilmasiyla maglup ve makhur olarak oralardan sökülüp atilmislardi. Mekke ve Medine'deki Yahudilerin Müslümanlar karsisinda ugradiklari bu maglûbiyet, Yemen Yahudilerini son derece rencide etmisti.
2. Abdullah Ibn-i Sebe hahambasiydi ve büyük bir komiteciydi. Hz. Osman (ra) zamaninda Yemen'den Medine-i Münevvere'ye gelerek zâhiren Müslüman olmustu. Ilk nifak ve ihtilâf tohumlarini burada atmaya basladi. Islâmiyet’i içinden yikmak için büyük gayret gösterdi. Bu Yahudi dönmesinin maksadi, Pavlos'un Hiristiyanliga yaptigi gibi Islâm akaidini ifsat ederek Müslümanligi çigirindan çikarmak ve Müslümanlari birer hurâfeci ve hayâlperest haline getirmekti. Sunu hemen ifâde edelim ki, Yahudilerin Islâm Dinine düsmanliklari Peygamberimizin (sav) dogumu ile baslamisti. Onlar, Tevrat'tan mülhem olarak Ahirzaman Peygamberi'nin gelisini bekliyorlar, lâkin O'nun, kendi milletlerinden olacagini zannediyorlardi. Zanlarinin hilâfina, Ahirzaman Peygamberi Kureys'ten gelince, bu hâl onlarin kin ve hasedini galeyana getirdi. Bütün gayretlerine ragmen, gerek Resulüllah Efendimizin hayatinda, gerekse Hz. Ebûbekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) devirlerinde Müslümanlar arasina en ufak bir fitne sokmaya muvaffak olamadilar. Hz. Osman (ra) devrinin sonlarina dogru ellerine bazi firsatlar geçti. Ibn-i Sebe de bu firsatlari en iyi bir sekilde degerlendirmeyi basardi.


Not: Mehmet Kirkinci'nin Alevilik Nedir isimli eserinden istifade edilerek hazirlanmistir.
alinti
Ekleme Tarihi: 17.12.2009 - 06:05
Bu mesajı bildir   Dai üyenin diğer mesajları Dai`in Profili Dai Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
RuZGaR su an offline RuZGaR  

Moderator
1295 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 06.12.2004
En Son On: 19.03.2012 - 20:30
Cinsiyeti: Bayan 
Teşekkürler sindire sindire bi okumak lazım, merak edilen konulardandı, bilgileneceğiz inşallah sayenizde.
Ekleme Tarihi: 18.12.2009 - 17:20
Bu mesajı bildir   RuZGaR üyenin diğer mesajları RuZGaR`in Profili RuZGaR Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
ŞİİLERLE VAHDET MÜMKÜN MÜ?

Vahdet bütünüyle birleşmek mi yoksa ortak noktalarda birleşmek mi?
ikincisi ise neden olmasın Ancak, ehli sünnet içinde görünen ama gerçekte nerede olduğu pek anlaşılmayan bazı ilim ehli ve talebeleri, ehli sünnet ile şia arasındaki farkların sadece fıkhi meselelerden ibaret olduğunu söylemekte ve şia ile vahdeti istemektedirler. Böyle bir iddia tamamen yanlış ve şianın oyununa gelmekten öteye gidecek bir şey değildir. Şianın sapkınlıklarını görmezden gelmeye, gerçekleri saptırmaya yöneliktir. Şiilerin yalan hususundaki inançları, onu kutsallaştırmaları ve ondaki aşırılıkları analtılmaya calışılmıştır. Bütün bu hakikatlerden sonra, hiçbir kimse, onlara güvenebilir, sözlerini tasdik edebilir ve kendileriyle gidip anlaşabilir mi? Bu mümkün görülebilir mi? Hindli Şii bilgin es-Seydi “İmdad İmam”, şu sözleriyle bunu doğrulamaktadır: “İmam iye ve Ehli Sünnet mezhepleri, farklı cihetlere doğru akan iki ırmak gibidirler ve kıyamete kadar da birbirleriyle uzak olarak akacaklardır. Birleşmeleri imkansızdır”(Mishabuz Zulm s.41-42) Muhibbudin el-hatip de, “imamiye şiası dininin üzerine kurulu olduğu ana esaslar ve onunla bütün fıkra ve mezhepleri de dahil olmak üzere islam esaslarının birleştirilmesinin İmkansızlığı”nı işaret etmiştir. Doğru ile yalan nasıl birleştirilir? Doğru söyleyen ile yalancı bir araya gelebilir mi? Zira yalancı, yalanı zaruri ve vacib saymakla kalmıyor, aynı zamanda onu Allah’a yaklaşmak için en büyük vesile olarak görüyor şia âlimleri takiyye gereği kılık değiştirmeyi ve ehli sünnetten kimselerin içinde casusluk yapmayı, sonradan iade etmek kaydıyla onların arkasında namaz kılmayı, hatta Sünni bir mezheptenmiş gibi görünmeyi bir meziyet görürler, onları nasıl aldattıkları, kendi inançlarına sempati sağlamak için ne numaralar çektikleri ile övünürler. şeyh el-behai adıyla bilinen alimleri muhammed b. el-hüseyin b. abdussamed (h.1031): Şam da uzun zaman şafi mezhebinden göründüğünü, bu süreçden Müslümanların inanç dünyasında ne oyunlar oynadığını muhammed muhammedi el-asteşhardi adındaki alimlerinin ecvedu'l munazarat, s.188'de (daru's-sekaleyn, lübnan 1416 h. 1.baskı)'daki kitabında anlatmıştır. Ayetullahu'l uzmaları ve taklit mercileri ebu'-kasım el-hui, misbahu fekaha fi'l muamelat 2/11'de (daru'l hadi beyrut)'de şöyle der: onların (yani ehlisünnetin) küfürlerinde hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Çünkü velayetin ve imamların bir tekinin bile inkâr edilmesi, imamlardan başkasının halifeliğine inanılması veya cebr vb. hurafe inanışlara sahip olunması küfrü ve zındıklığı gerekli kılar. Velayeti (imamları) inkâr edenin küfrü konusundaki zahir mütevatir buna delalet etmektedir. Ayrıca aynı zamanda humeyni el-erbaune hadisen adlı kitabında (s. 511, daru't-tearuf li'l-matbuat, beyrut 1991 m.) iman, ancak Ali ve masum, pak vasilerinin velayeti vasıtasıyla gerçekleşebilir. ehli sünnete taktıkları lakaplardan bir diğer olan "necis"'tir. Humeyni yine buna açıklık getiriyor: tahriru'l-vesile 1/118'de (beyrut baskısı) şöyle der: nasıbiler (ehli sünnet ve hariciler Allah onlara lanet etsin) ise, hiçbir tereddüt söz konusu olmaksızın, necistirler!? Allah subhanehu ve teala şöyle buyurmaktadır: ey iman edenler! Müşrikler ancak necistirler. (tevbe 28) Allah celle ve ala açık bir vaziyette necis olanların kimler olduğunu bize beyan etmektedir. Görüldüğü gibi şia mimarları ortaya koydukları inançla İslam inancı arasına öylesine derin uçurumlar koymuşlar ki değil vahdet bu düşüncenin bu inancın Müslümanların yüzlerine bakacak halleri yoktur. Ancak sizin yüzünüze bir gülücük atarlar bir takiye yaparlar gönlünüzü fethederler bu yalancıların, attıkları iftiraları, Müslümanlara müşriklerin sıfatlarını takmaları, Allahın hükmünü değiştirmeleri, kendi sapık ve Allah'ın şeriatına, rasulünün (aleyhissalatu vesselam)'ın sünnetine uymayan bu sözlere karşı ne demeliyiz? ehli sünnetin kanını, malını, canını helal görenlerle birlikte vahdet olmak mümkün mü? ehli sünnetin yanında takiyye dışında amel etmeyi caiz görmemeleri ehli sünnetin ölülerinin cenazesine lanet okumaları ve onları kandırmaya yönelik kılınan takiyye namazı onların bir başka vasıflarıdır. Dini liderlerinden hamaney; ecvitu'l-istiftaat adlı kitabında s.178'de (daru'l hakk beyrut): onların arkasında cemaat olarak namaz kılmak, idare-i maslahat kabilinden olmak üzere caizdir!? İmamları Humeyni’de takiyye olmadan onların arkasında namaz kılmaya "caiz değildir" demiştir. ve dahası, namazda sağ eli sol el üzerine koymak (ehli sünnetin yaptığı gibi) fatiha suresinden sonra amin demek namazı iptal eden hususlardandır, derler. bunu humeyni tahriru'l-vesile 1/186-190, fadlAllah el-mesailu'l-fıkhiyye 1/92, sistani el-mesailu'l-muntehabe s.139. Sözün kısası şiacılarla hiçbir konuda mutabık kalmak mümkün değildir. Söylenilen her şeye muhalefet ederler, İslam inancına ters gelen her şeyi rahatlıkla söyleyebilirler. Zorunlu durumda size inanıyor gibi sizden gibi, hak veriyor gibi yapabilirler. Bunlara asla inanılmaması gerekir. Bu tür davranışlar onların olağan, fakat zehirli davranışlarıdır. Mutlak bunun arkasında bir hesapları mevcuttur. Onu da anlamak mümkün değildir. Bu dün de böyleydi yarında böyle olacak tarihte kaç sefer belirli hükümdarlar ve toplum önderleri bu iki kesimi karşı karşıya getirip anlaşın sorunlarınızı tartışın demişlerdir. Bu tartışmaların sonunda şiacılar ehlisünnete sonuna kadar hak vermiş, anlaşmaları imzalamışlar ancak, dışarı çıkar çıkmaz kendi sahte davalarını savunmaktan ıslama leke sürmeye devam etmekten asla vazgeçmemişlerdir. Yukardan beri söylenilen her şey şia kitaplarından alınmadır. Bilgi ve belgeye dayalıdır. Bir tek satır hariçten gazel okuma değildir. Şiiler takiyye konusunu ispatlamak için bir takım ayetleri de zorlayarak ispatlamaya calışmaktadırlar. Mesela onlar, Kasas suresindeki "İşte bunlara, sabrettiklerinden dolayı mükâfatları iki defa verilecektir" ayet-i kerimesini şöyle tefsir etmişlerdir: "Ehl-i Beyt’e takiyye prensibi üzerine gösterdikleri sabr u sebattan dolayı iki defa mükafat verilecektir." Bu anlam son derece yersiz ve münasebetsiz bir te’vildir; son derece keyfidir. Hazreti Ali’nin, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Osman’ın hilafetlerine rıza göstermesi, Hazreti Hasan’ın da Hazreti Muaviye için hilafetten vazgeçmesi ve imamlarının cemaat-ı müslimin’e karşı muhalefet izhar etmemeleri, Caferilere göre takiyye kabilindendir. Yani korkularından hakkı söylemiyerek, hakkı bırakıp haksızlığa yardımcı olmuşlar. Halbuki Hazreti Ali için korkuyu icap ettiren en ufak bir durum bile ortada yoktu. Takiyye inancının ortaya çıkmasının en büyük sebeplerinden birisi de ehlibeyt imamlarının ashabı kiramı övmeleri, onların Kuran’da ki üstünlüklerinin itiraf etmeleri, Üç halifenin imamet ve liyakatlerini kabul etmeleri, onlarla hısım akraba olmaları kızlarını vermeleri, çoçuklarına onların isimlerini vermeleri, aralarında güçlü bağın olması, Şiilerdeki akide bozukluğunu açıklamaları ve onlarla birlikte bu güzide insanların aleyhine konuşmamalarını izah edememeleridir. Şiacılar bu durumu kurtarmak adına takiyeye sarılmak zorunda kaldılar. Şiiler bu çıkmazdan kurtulmak için; imamların, bunu ancak takıyye gereği söylediklerini; fakat açığa vurduklarının aksine inanıyorlardı demek durumunda kaldılar. Takiyye için HZ Ali diğer halifelerin halifeliğine katlandı, Hz Ömer’e ses çıkarmadı, Hz hasan halifeliği muaviye’ye teslim etti. Hz Hüseyin sahabelere küfür etmedi, Hz. Zeyt takiye için diğer üç halifenin hizmetlerini övdü. Yani onlara göre bu imamlar haşa bu rezilliği takiyye için yaptı. Bu hiç onlara yakışır mı? Oysa, yukarda bahsedilen bütün konularda ehlibeyt imamları tek fikirdir. Hiç birisi din adına ashaba saldırıda bulunmamışlardır. Onların haklarını teslim etmiş, bildikleri yanlış davranışları varsa onu da söylemişlerdir. Onlar iki yüzlü olmaktan beri dost doğru insanlardı. Hayatta yalan söylemezler, ilkelerinden taviz vermezdi. Çok cesurdular. Hazreti Ali’den çok zayıf olan Hubab ibnül Münzır, elinde bir delili bulunmadığı halde korkmayıp Hazreti Ebubekir’in halife seçilmesine itiraz edip de, Hazreti Ali gibi büyük bir kahraman niçin sebepsiz yere sussun! Bu hiç mümkün mü? Hubab mücadelesini yaptı, hiç kimse ona kavlen veyahut fiilen bir eziyet vermedi. Hazreti Ali’nin bundan haberi de vardı. Şu halde susması korktuğu için değil, yanında bir delil olmadığı içindir. Son olarak deriz ki: Biz Ehl-i Sünnet olarak korkak bir Ali’yi tanımayız. Korkak Ali bizim değil, ancak Şiilerindir. Bizim Ali’miz ise büyük bir İslam kahramanıdır. Eğer takiyye yapsalardı hz Hüseyin ve zeyt şehit olmazlardı. Onlar korkak, aciz pısırık asla olmadılar. Şiacılar kendi vasıflarını imamlara yakıştırarak onlara ne büyük iftira attılar. Allah korusun. Şiacıların en büyük sermayesi Hz Muhammed’in ashabına düşmanlık, onları sevenlere lanet okumaktır. Şiacılar son yıllarda bu konuda yeni bir arguman kullanmaya başladılar güya "Ali hilafet meselesinde hiç direnmedi, muhalefet etmedi. Çünkü Hz. Peygamber ona: "Sen benden sonra kılıç kullanarak fitneye sebebiyet verme" diye tavsiyede bulunmuştur." Bu söylem tamamen i yalan, iftira ve cehalettir. Hz Peygamber hem onu ümmetin başına halife tayin etsin, hem de hakkı kabul etmekten imtina eden kimselere karşı kılıç çekmekten men etsin!..Bu sözler doğru olsaydı Hazreti Ali, Sıffın ve Cemel’de de Resulullah’ın tavsiyesine muhlefet edermiydi. Hazreti Ali’ye halifeliği teslim etmiyenler Şiilere göre küfrün en çirkin çeşitlerini alenen işlemiş olan sahabeye karşı hiç Hz. Peygamber "kılıç çekilmesin" diye hiç tavsiyede bulunur muydu? Bu aklen ve mantıken mümkün mü?.. Bu hususus hz Hüseyin in kıyamına tezat teşkil etmez mi? Durumu kurtarmak için her olaya bir kılıf bulmak için durmadan yalana müracaat etmek doğru mu? Ya da bu yalanlardan adım adım geri cekilmek önemli bir erdem değimli? Bugün sünni toplumların Şii dalgasına karşı kültürel bir sığınağı olmadığını görülmektedir. Çünkü Şia Mezhebi kin, nefret, yalan, tekzip ve İslam’da aşırıya gitme üzerine bina Edilmiştir. Ehlisünnet inancı bu kadar fitne fesat ve yalana karşı maalesef korumasızdır. İslam âlimleri yaratılmışlar içerisinde Şiileri yalancı olarak görürler. Bunlardan İbn Teymiyye der ki, “İlim ehlinin ve onlardan süre gelen nakiller silsilesiyle ittifak edilmiştir ki Şiiler en yalancı fırkadır ve onların yalanlarla dolu bir tarihi vardır”. Bu sebeple İslam âlimleri onları yalanda aşırı olanlar diye tanımlamışlardır. Şiiler, Ehli Sünnetin güvenini kazanmak için onlara güler yüz gösterip dinlerini açığa vurmazlar, onlara tazim de bulunmak üzere sahabenin faziletlerini ve akidelerini öğrenirler, ama tüm bu yaptıklarında samimi değillerdir, böylece bu hal üzere devam ederler. Sadece sizi aldatmak için size güler yüzle davranan bir topluluğa ne derece güvenip inanılır?! Irak işgalinde mazlum duruma düşen Müslümanların temsilcisi durumunda olan Zerkavi zor günlerde şii inancını taşıyanların davranış bicimlerini bakın nasıl tanımlıyor? Bunlar takiyye ve hile içerisindeki insanlardır; eğer onlar hususunda sessiz kalmaya devam edersen, buna mukabil onları sessiz bulamayacaksın! Eğer onlarla barış yapmak istesen onlar seninle barış yapmayacaktır. Eğer seninle görünürde barış yapmak isteseler, barışı bir aldatma yöntemi olarak kullanacaklardır ta ki senden kurtuluncaya dek. Bu durum sıradan Şiiler için de aynıdır. Belki onlardan birisi seni aldatmanın kapısı olan evine davet eder, yiyeceğinden yedirir ve içeceğinden içirir ve sana karşı cömert bir tutum sergileyebilir. Ama sen ayrıldıktan sonra yıkamaktansa kapları kırar, çünkü inanır ki su bir sünninin pisliğini temizleyemez, birçoğu yataklarını bile yakar. Bu sıradan bir şii’nin durumu, bir de siz düşünün ki bunların “Ayetlerinin (Şiiler arasındaki âlimlere verilen ad)” durumu nedir? Bizler ehli beytin destekçileriyiz. Sahih Akide üzere olanlar, Ehli Beyt’in ve sahabenin yolu üzeredirler ve Ehli Beyt insanların onlara yakıştırdıklarından beridir. Ehli Beyt Kur’an’ın ve sünnetin rehberliğini bırakmadı. Ehli Beyt’in arasında izzetli Ayşe’de vardır, peygamberin (s.a.v) hanımı ve onlar Allah’tan başka hiçbir şeyle rabıta kurmamış olanlardır ve Ehli Beyt masum olduklarını ileri sürmemişlerdir. Ehli Beyt, Ehli Sünnet’tir ve Ehli Beyt peygamberin (s.a.v) ailesi olmaları hasebiyle bizim kalplerimizdeki en sevgili olanlardır. Bu Şiiler Ehli Beyt’i sevdiklerini iddia ederler ama hakikate onlar Ehli Beyt’in en azılı düşmanlarıdırlar. Gerçekte Ali’den (r.a) nefret ederler Selman Farisi (r.a) dışında tüm sahabenin kâfir olduğunu iddia ederler. Yani işte onların tarihi budur öyle bir tarih ki Ehli Beyt’e atfettikleri sevgi yalanıyla dolu, Ali (r.a) Muaviye ile barış antlaşması imzaladığı zaman Hasan b. Ali’ye (r.a) ihanet edenler kimdi, sebep neydi? Onlar, Ehli Beyt’i sevdiklerini iddia edenler tarafından ihanete uğramışlardı, o da biliyordu ki onlar zafere kadar onunla beraber savaşmayacaklardı, bu sebeple o barışı seçti ki bu ne büyük bir antlaşma idi. İki Müslüman gurubun yaptığı bu büyük antlaşmayla ilgili olarak peygamberin ümmete verdiği müjde sizler için yeterlidir. Müslim b. Akil’e ihanet edip onu hüsrana uğratanlar, Hüseyin’in (r.a) öldürülmesine neden olanlar kimlerdi? Tüm bunların hepsinin nedeni Şiilerin ihaneti değil miydi? Tüm bunlar (sebepler) gösteriyor ki onlar Ehli Beyt’in düşmanlarıdırlar ve Şiilerle Ehli Beyt’in farklılıkları doğu ile batının farklılıkları gibidir. Ehli Sünnet, Ehli Beyt’in destekçileridirler ve bu yolda onların sevgilileridirler ve onların sevgileriyle iman üzere kalırlar.
ALINTI

Ekleme Tarihi: 17.02.2010 - 23:38
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
ŞİİLERİN İMAMET İNANCI VE DELLİLERİ

Şianın imamet anlayışı Şiada imamet anlayışı imanın esaslarından sayılmış bir husustur. Muteber saydıkları bütün kitaplarında bu mevcuttur. Bu inanca göre İmamlık; inanç temellerinden ve İslam'ın rükünlerinden bir temeldir. İmamlara (mutlak) itaat şarttır. Zira onlara itaat, Allah (cc)'a itaat; isyan Allah (cc)'a isyan demektir. İmamlar, Allah'ın kulları üzerinde hüccetleri ve şahitleridir. İnsanları doğru yola sevk eden, Allah'ın ilminin hazineleri, yeryüzünde Allah'ın halifeleri ve O'na giden kapılarıdır. Allah'ın nurları, yeryüzünün direkleridir. İlimleri derin ve köklüdür. İnsanların muhtaç oldukları her şeyi bilirler! İmamları inkar edenler, Allah'ı ve Peygamber'i inkar etmiş sayılırlar. Allah'ı, Peygamber'ini ve bütün imamlarla zamanın imamını tanımayan bir kimse mü'min olamaz. İmamları sevmek iman; onlardan nefret etmek ise, küfürdür. İmamların emirleri, Allah'ın emri; yasakları da, Allah'ın yasaklarıdır. Namaz, oruç, hac, zekât ve cihad gibi farzlar ancak imamla tamam olur. Yeryüzü, gizli veya açık bir imamdan mahrum olamaz. İmamları; enbiyaların ve resullerin mertebesinin üstünde, masum, kâinatı yöneten, ne zaman öleceklerini bilen, ölümleri onların ihtiyarına bağlı kişilerdir. Meleklere ve Peygamberlere çıkarılan bütün ilimleri, olmuş ve olacak şeyleri, istedikleri her şeyi bilirler. Melekler imamlara haber getirirler. Kur'an-ı Kerim'de ki "ayat, sadikun, ehlü'z-zikir, ulu'l elbab, rasihun, sabikun bil hayrat, ekvam, nimet" kelimeleriyle "İMAMLAR" murad olunmuştur. (Kuleyni) İmamlar bir şeyi bilmek istediklerinde, Allah'ın sadece onlara bildireceğini ve imamların ölecek zamanı bildiklerini, yalnız kendi istekleriyle öleceklerini ve onlara hiçbir şeyin gizli olmadığını," söylerler. Muhammed Bakır'dan (el-Kafi, sh:96-126 ) Allah katından hakkı getiren imamların sözleri, Allah'ın sözleri; emirleri, Allah'ın emirleri; taatları, Allah'ın taatları ve günahları da Allah'ın günahı sayılacağından imamların günah işlemeleri imkânsızdır. İmamlar mukaddestirler. "Arzın rüknü, Allah'ın yeryüzünde üstün hüccetidirler". "İmamlık dinin esası, müslümanların düzeni, dünyanın dirliği, mü'minlerin şerefidir"'. İmamın veliliğine inanmak, dinin temelidir. Velayeti kabul etmeden dinin öteki esasları tamamlanmaz(Kadı Said Kuınmi, Esraru'l-İbadat, s. 2 "İmamları sevmek iman, onlara buğzetmek küfürdür" (al-Kafi, i. 188).. Hz. Peygagamber, ahirete göçerken bütün ilmini Hz. Ali'ye bırakmış, o da İmam Hasan'a, o da İmam Hüseyin'e bırakmış, ta on ikinci imama varıncaya kadar bu ilim böyle babadan oğula tevarüs edilmiştir. On ikinci imarnın kaybolması ile bu ilim, şi'a bilginlerine intikal etmiştir(Dr. Ruşdl Muhammed Arsan Alyan, al-Akl İnde'şiilikte'I-İmamiyye, s. 55-57. Bağdad,1393{1973). İmamların Allah ile ruhsal bağlantıları vardır. İmam bilgisini, öteki müetehidler gibi gözlem ve istidIal yolu ile almaz; ya peygamberden, ya kendinden önceki imamdan veya ilham yolu ile alır Hüccet olmak bakımından peygamberin söziyle imamların sözü arasında bir ayırım yoktur. Çünkü ikisi de Allah'tan alıp duyurmakta, Allah'ın hükümlerini açıklamaktadır. Müslümanların, imamın sözüne uymaları vacibdir. İmamı reddetmek, Allah'ı reddetmek demektir ki şirke yakındır. Gerçi peygamber vahiy, imam ilham alır ama imamın, kasden ve yanılarak hatadan masum olması, aradaki farkı ortadan kaldırır İmam dinin tatbikçisidir. Ca'fer-i Sadık'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Allah peygamberini en güzel terbiye ve en üstün akılla yarattı. Onu en güzel bir biçimde yetiştirdi, "Affı al, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir' dedi. Onu övüp "Sen büyük ahlak üzerindesin' buyurdu. Dini ve dinin tatbikini ona bırakıp "Resulün size verdiğini alın, Resulün sizi yasakladığı şeyden sakının", "Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiştir"ı dedi. Allah dinini peygamberine bıraktı. İnsanlar onu inkâr ederken siz onu kabul ettiniz. Valiahi biz konuştuğumuz zaman konuşmanızı, sustuğumuz zaman susmanızı isteriz. Biz sizinle Allah arasındayız. Allah, bize karşı gelen kimseye hayır vermemiştir." Peygamber ve imam, ancak halkın yararına olanı emreder. Peygamberin ve imamın kalbine, Allah'ın iradesine aykırı, ümmetin yararına zıd bir şey gelmez. Allah, bazı işlerin tayinini peygamberin ve imamın oyuna bırakır. Farz rek'atlerin sayısı, nafile namaz ve orucun tayini gibi. Hükümlerin açıklanmasını, fetvayı, Kur'an ayetlerinin tefsir ve, te'vilini de onlara bırakmıştır. Onlar uygun görürlerse açıklarlar, uygun görmezlerse susarlar. Takiyye gereğine, hal ve yarara göre hareket ederler. al-Kuleyni, aynı ayetin anlamını soran üç kişiye, Sadık'ın ayrı ayrı cevaplar verdiğini, bu durumun ya takiyyeden veya tafviz'den ileri geldiğini söylüyor). İmam, bir olayda şeriatın zahiriyle amel edebileceği gibi zahiri terk edip kendi re'yine göre de hükmedebilir. Nitekim Kehif kıssasında Musa'nın arkadaşı ve Zu'l-Karneyn böyle yapmıştı. Bu hususlar kendi kaynaklarından örneklendirmeye devam edersek; Bir hadisilerinde:” İmamlar Allah’a gelinen kapıların ta kendileridir. Eğer Onlar (imamlar) olmasaydı Allah bilinemezdi. Allah Onlarla yarattığı kullarının hüccetini ikame etmiştir.”( el-Kafi: 193 / 1) Eğer Allah imamlar olmadan bilinmezse kulların hüccetinin ikame olması da onlar sayesinde oluyorsa o halde peygamberlere gerek varmıydı?! “el-Kafi” de Ebu Abdullah (a.s)’dan şöyle dediği rivayet ediliyor: “Ali (a.s)’ın getirdiğini alır, nehyettiğinden de sakınırım. O’nun üstünlüğünde Muhammed (s.a.v) üstünlüğü vardır. Verdiği hükümler de Ali (a.s)’i takip edenler, Allah’a ve Rasulüne uyup takip edenler gibidir. İmamların bilgisi ve gücünü gösteren bir başka hadisleri; “Ben cennet ve cehennem arasında taşanları taksim ederim. Ben en büyük Faruk (ayırıcıyım). Ben Musa’nın asasının sahibiyim. Muhammed (s.a.v)’i melekler, ruh ve peygamberler nasıl kabul ve ikrar etmişlerse beni de kabul ve ikrar eylediler. Muhammed (s.a.v)’ e yüklenilen ilahi yük rabbani sorumluluk bana da yüklenmiştir. Bana, daha önce kimsede bulunmayan özellikler verildi. Ben bela ve musibetleri bilirim. Nesepleri ve son kesin sözü bilirim. Benden öncekilerden hiçbir şeyi bana uzak ve gizli kalmadı, hepsini bildim. Gaybın bilgileri benden uzak değildir. Allah’ın izni ile müjdeliyorum O’nun adına yapıyorum. Hepsi Allah’tandır. İlmi ile bu konuda bana güç ve imkan verdi.”( el-Kafi Bu hadisin çokbenzer“el-Mufaddal b. Ömer’den rivayetle yine (Kuleyni, Kafi, c.1, s.197) de yer almaktadır. Şianın kolu Nusayriler ve Bâtınilerin Hz. Ali yi (r.a) nın hâşâ Allah’ın ta kendisini olduğunu takiye yapmadan söylemişlerdir! Fakat Şiiler ise; onu (imamların ilahlığını) Nusayriler gibi acık bir lisan ile değil de dolaylı yönden söylemişlerdir. Bu söylemi teyit eder bir görüş sergileyen“İran Şii devrim lideri, Ayetullahları ve Hüccetleri olan Humeyni “el-Hukumetu’l İslamiyye” adında ki meşhur kitabında diyor ki: “İmam için övülmüş bir makam vardır(Tıpkı Allah’ın sadece Muhammed (s.a.v)’e has kıldığı övülmüş makam (makamu’l Mahmud) gibi!) âlemin hükümranlığı, kâinatın tüm zerreleriyle imamların vilayetine ve egemenliğine boyun eğer. Mezhebimizin inanç gereklerinden bir tanesi de; imamlarımızın bir makama sahip olması ve o makama ne yaklaştırılmış meleklerin ne de resullerin, nebilerin ulaşamamasıdır. İmamlarla ilgili bir başka hadisleri; Peygamber (s.a.v) ve İmamlar (a.s) bu âlemin yaratılışından önce birer nurdular ve Allah onlara kendisini Allah’tan başka kimsenin bilmediği bir menzile ve yakınlığa yerleştirdi. İmamlarımızdan (a.s) rivayet olunuyor ki: “Bizim Allah ile aramızda bazı özel haller vardır, ona ne yakınlaştırılmış melekler ne de resuller, peygamberler ulaşır” aynı şekilde Fatıma el-Zehra (a.s)’da böyle bir menzile sahiptir...”( el-Hukumetu’l İslamiyye: Sayfa: 52) “Ve biz inanıyoruz ki, imamların emir ve işleri diğerlerininkinden farklıdır. Biz mezhebimiz gereği inanıyoruz ki, imamlarımızdan gelen her emir ve iş vefatlarından sonra bile yapılması gerekip, bilakis o işlere ve emirlere tabi olmak vaciptir!”( el-Hukumetu’l İslamiyye: Sayfa: 90) Kuleyni, kitabında, “ Yeryüzünün Tamamı İmamlara Aittir” başlığı altında Ebu Abdillah’tan şu rivayette bulunur: “Dünya ve ahiret imama aittir; dilediğine verir, dilediğini de vermez.”( Kuleyni, el-Kafi, c.1, s.492) Şia inancı, imamların vahiy aldığını da iddia etmekte, refarans olarak kuran dışı kitaplara tabi olunmayı da emretmektedir. İşte kendi kaynaklarındaki delili; “ “... Ammar es-Sabbati şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Hükmettiğiniz zaman ne ile hükmedersiniz?” Buyurdu ki:” Allah’ın hükmüyle ve Davud’un hükmüyle, hakkında her hangi bir şey bilmediğimiz bir şey karşımıza çıktığı zaman, buna ilişkin hükmü, Rûhul Kudüs’ten alırız. “ (Usul-u Kâfi sh 597 H.1036.) “... Ammar es-Sabbati şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “İmamların konumu nedir?” “İmamların konumu, Zulkarneyn’in, Yuşa’nın ve Süleyman’ın arkadaşı Asef’in konumu gibidir.” dedi. Dedim ki: “Ne ile hükmedersiniz?” Buyurdu ki: “Allah’ın hükmüyle, Davud soyunun hükmüyle ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin hükmüyle... Bunları Rûhul Kudüs bize bildirir... “ (Usul-u Kâfi sh 597 H.1037.) Yine Kuleyni, vahiy ve imâm konusunda îmam Ali Rıza'dan şunları nakletmektedir: " îmamın kendine de vahiy gelir. Söyleneni işitir, fakat konuşanı görmez." (el-Kafi, sh:82) Şiiler imamlarının diğer peygamberlerin hepsinden üstün olduklarına inanırlar ve bununla ilgili bir hadisleri; el-Meclisî, Mir’âtu’l-Ukûl adlı kitabında: “Şüphesiz onlar Peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dısında bütün peygamberlerden serefli ve üstündürler” demistir.( el-Meclisî, Mir’âtu’l-Ukûl Fî Serhi Ahbâri Âli’r-Rasûl (2/290). "Kuleyni, . . . .İmam M. Bakır'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ali'nin veli ve imam olduğunu, diğer hidayete ermiş imamlara da uymayı ve onların düşmanlarından uzak olarak Allah'a yakın olmayı, tasdik etmektir. Şüphesiz imamsız olan bir kimse yolunu şaşırmış, sapıtmış olur. Bu durumda kalırsa "kafir" gibi ölmüş olur! (Kafi, sh :84- 86) Şia imamları hakkında o kadar aşırı inançlar üretmişlerdir ki haşa nerdeyse onların pislikleri bile kutsaldır. Şifa kaynağıdır. İşte bunu teyit eden görüşleri Şia’nın Ayetullah’ı ve hücceti olan Molla Zeynel Abidin el-Kelbeykani “Envaru’l Vilaye” isimli eserinde diyor ki: “Masumların idrarlarında, kanlarında, dışkılarında namazdan sakınmayı gerektiren bir necasetlik yoktur. İmamların idrarlarında ve dışkılarında bir çirkinlik, iğrençlik yoktur bilakis onlar birer misktir! Her kim onların idrarlarından, dışkılarından ve kanlarından içerse Allah ona ateşi haram kılar ve cennetine sokması vacip olur!”( Envaru’l Vilaye, Sayfa: 440) İmamların vasıflarını belirten hadisler bunlarla sınırlı değil. Şia kaynakları incelendiğinde ulaşabildiğimiz kadarıyla sadece imamların üstünlüklerine yönelik yüzlerin üzerinde hadisleri vardır. Örneklere devam edersek; “... Muhammed b. Müslim şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: “ Allah tarafından tayin edilen bir imamı olmaksızın sırf kendini yoran bir ibadetle Allah’a kulluk sunan bir kimsenin çabası kabul görmeyecektir. O, sapkın ve şaşkındır. Allah, onun amellerini çirkin sayıp öfke duyar. Onun örneği bir koyunun örneğidir ki, çobanından ve sürüsünden ayrılıp kaybolur. Bütün gününü şaşkın şaşkın gidip gelmelerle bitirir. Gece olunca başında çobanı bulunan bir sürü görür, o sürüye katılır ve gecesini bu sürünün ağılında geçirir. Çoban sürüsünü meraya salmak istediği zaman, bu yitik koyun çobanını ve sürüsünü tanımaz olur. Tekrar çobanını ve sürüsünü bulmak için şaşkın bir halde sağa sola gider gelir. Derken başında çobanı bulunan bir sürü görür, bu sürüye sığınır, onlara katılır. Çoban ona seslenir: “Gel çobanına ve sürüne katıl. Sen kaybolmuşsun, şaşırmışsın Çobanından ve süründen uzaklaşmışsın.” Ama o şaşkın, yitirmiş olarak sağa sola koşuşmaya başlar. Çobanı, yol göstereni, güdücüsü olmaksızın, önünü kesip, doğru yola yöneltecek bakıcısı olmadan gezinip durur. Derken kurt, bu koyunun kayboluşunu fırsat bilir ve koyunu yer. Aynı şekilde, Allah’a yemin ederim ki, ey Muhammed! Şu ümmetten kim, Allah, Azze ve Celle’nin tayin ettiği özellikleri belli ve adil bir İmamı olmazsa kaybolur, yolunu şaşırır. Eğer bu şekilde ölürse küfür ve nifak üzere ölmüş olur. Bil ki, ey Muhammed! Zorba imamlar ve onların tabileri Allah’ın dininden soyutlanmışlardır. Hem kendileri sapmış hem de başkalarını saptırmışlardır. “Rablerine kâfir olanların örneği, bir küle benzer, kasırga estiği bir günde bu kül, yelle savrulur gider. Kazançlarından hiçbir şey elde edemezler, işte budur doğru yoldan çok uzak bir sapıklık.” (İbrahim, 18)” (Usul-u Kâfi sh 250-251 H.468.) Tamam, varsayalım ki bu söz doğrudur. Ya da en azından Şiiler inanıyor. Yukarıdaki soruyu tekrar soruyorum İslam toplumları asırlardan beri imamsızdır. Sözüm ona imam gayb oldu? Kıyamet zamanına yakın bir zamanda kadar da dönmeyecek. Ancak, kıyamet zamanı mehdi olarak dönecek!. Bu iki dönem arasındaki insanların hali ne olacak?. Şiiler kendilerine bu sorunun geleceğini bilmiyorlar mıydı? Tabi ki bu sorunu gidermeye yönelik bir hadis olmalı. Bunula tezat olan ancak sorunu gidermeye yönelik şu hadisleri vardır. “... Mansur, kendisine anlatan birinden şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Bir günün sabahında veya akşamında uyacağım bir İmam bulamadığım zaman ne yapayım?” Buyurdu ki: “Kimi seviyorsan onu sevmeye ve kime buğz ediyorsan ona da buğz etmeye devam et. Ta ki Allah, Azze ve Celle, İmamı zâhir edinceye kadar.” (Usul-u Kâfi sh 503 H.911.) Şia inancı imamsız bir dönem olmayacağını söylerken buradaki anlatım neyi ifade ediyor acaba!? Hani imamsız olmazdı. Ne oldu da durum değişti?. İmam bulamadığın zaman sevdiklerini de ifrat derecesine sevmeye devam et. Ama sahabeye küfründe ve nefretinde sakın geri kalma ta ki imamı görünceye kadar. Bu şekilde tercüme edebilirmiyiz bu hadislerini. Meseleyi bir bütünlük içinde değerlendirdiğimizde bu inanctaki celişkiyi daha net görmek mümkün olacak. Şii inançında 12. imam öldürülme korkusuyla bir mağara da kayıp oldu. O kıyabet yaklaşınca mehdi olarak geri dönecek! Giderken hakiki kuranı da yanında götürdü. Geride kalanlar onu bekleyecekler. Beklerken de her hangi bir kurtarma hareketine, islamın geleceği için her hangi bir faaliyete kalkışmayacaklar. Kaybolan imam gelecek hem onları hemde bütün dünyayı kurtaracak! O gittikten sonra bin yıldan beri insanlar imamsız yaşamaktadır. Oysa devrin imamını Müslümanlar tanımak zorundaydyı tanımaz ondan ilham almazlarsa imansız olarak göceme tehlikesi vardı!. İmam kayıp olunca onu tanıma imkânı bin yıldan beri olmadı. Taki onun yerini taklidi imamlar alıncaya kadar. Onu da sağolsun Humeyni acıklığa kavuşturdu. Şimdi şii toplumlarında aydın insanlar yüksek sesle sesleniyorlar. Hani onu beklemek zorundaydık. Bizleri neden bin seneden beri uyurgezer bıraktı? Neden onu beklemek yüzünden bugüne kadar zamanımızı boşa harcadık? Oysa onu beklemeden de inanan insanlar bir şeyler yapabiliyormuş. Nerede bu kayıp imam? Artık onun için bu coğrafyada korkulacak herhangi bir durum söz konusu değil.!? Neden hala gelmiyor diye sorduktan sonra aynı ilim adamları aslında bu kayıp imam konusunun bir uydurma oludunu, Müslümanları bir uyutma projesinin ürünü olduğunu dile getiriyorlar. Burada şunu da belirtmekte fayda var. Bazı şii âlimleri yazdıkları kitaplardaki iddialarını güclendirmek için on ikinci imamla gizli gizli görüştüklerini, bazen de rüyasına girdiğini meselenin gizemli kalması için de bunu fısıltı halinde dile getirmektedirler. Hâşâ bu hususun doğru olduğunu düşünmek Hâşâ Allah Kullarını cehenneme atmak için bahane aradığı anlamını taşımaktadır. Neden Allah’a bu iftiralar edilir? Hâşâ bir takım fitne fesat oyunların içinde neden Allah gösterilmeye çalışılır? Bunu doğru bir niyet cercevesinde anlamak mümkün değil. Ancak Şiiliğin doğuşu ve gelişim sürecini hakiki tarihi mevzuları okumayınca anlamak mümkün değildir. Tabi bu şiacıların Tarih adına uydurduğu destanlardan bahsetmiyorum. Gerçek belgelere dayalı güvenilir tarihçilerin yazdığı eserleri kastediyorum. Yüce Allah, Kuran’ı Kerim’de, Resuller, hatta Resullerin efendisi Hz. Muhammed de dahil olmak üzere, hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğini açıkça beyan etmektedir... Allah, kıyametin ne zaman olacağını, yağmurun yağmasını ve bir insanın nerede ve ne zaman öleceğini, ancak kendisinin bildiğini beyan ederken, Şiiler, bu hususiyeti, imamlarına atfederler. Aynı şekilde Allah, Hz. Peygamber’in münafıkları bilemeyeceğini ve onları müminlerden ayıramayacağını söylerken, onlar, imamlarının unutmaz ve hata etmez iman ve nifak bakımından insanları tanıyıp ayırdıklarını ileri sürerler. Yeryüzünde ne gayb varsa imamların hepsini bildiğini, Şia'nın diğer Müslümanlardan farklı olduğunu ayrıca, kendilerine mahsus ve diğer insanlarda bulunmayan birtakım ilimlere sahip olduklarını söylemektedirler. Bu ilimleri Hz. Ali'ye nispet ederler. Çünkü onlara göre Hz. Ali dinin sırlarına sahiptir çünkü Hz. Peygamber diğer müslümanlara açmadığı bilgileri ona açmıştır. Bazan Hz. Fatıma ve Hz. Ali'nin çocukları imamların ilimlerine sahip olduklarını, hata ve unutmaktan masum bulunduklarını, İslâm'ı imamların yolu dışında kimsenin anlayamayacağını, Kur'ân sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazan da "Fatıma Kur'ân'ı" adını verdikleri özel bir Kur'ân'a sahip bulunduklarını ve bunun Müslümanların elindeki Kur'ân'ın üç katı kadar olduğunu119, bugün müslümanların elinde bulunan Kur'ân'dan onda bir tek harfin bulunmadığını ileri sürerler. Bazan da bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan Cefr'e120 sahip olduklarını iddia ederler. Bazan da sadece kendilerinin sahip olduğu ve başka hiçbir kimsede bulunmıyan dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, Kur'ân âyetlerinin gerçek tefsirine kendilerinin sahip olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i tenzil (Kur'ân harfleri) ile Hz. Ali'yi de te'vil (yani tefsir) ile gönderdiğini ileri sürerler.(en-Nevbahtî, Firaku'ş-Şia, 38, ) Bütün bunlarla birlikte imamların dilediği kadarını Allah’ın dilediğini iddia etmeleri yani imam bir şeyi dilerse, Allah’ta diler fikrine inanmaları inılıcacak gibi değildir. Bu Allah’ın imamın dilediğini dilemesi anlamına gelir ki bu inanç da sorgulanmadan kabul edilir mi?. İnsanları tekfir etmek insan olarak bizim görevimiz değildir. Şiilerin hangi inanışı küfürdür hangisi şirktir buna girmeye gerek yoktur. Sadece inanç akidelerini belirten hadisleri belirtmek konunun anlaşılmasına yetecektir. Bu konu yüce Kuran’ dan birkaç ayet den alıntı yapmakta sanırım fayda olacaktır. “Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”( En’am suresi / 59. Ayet) Başka bir ayette: “De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”( En’am suresi / 50. ayet) “De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."agla Ar’af suresi / 188. ayet) Yine Allah buyurdu ki: “(Resulüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.”( Hud suresi / 49. ayet) Ayeti kerimenin de ifade ettiği gibi o haberleri önceden ne peygamber ne kavmi ne Ali bin Ebi Talib ne de O’nun kavmi biliyordu. O halde nasıl O’nun hakkında kendisinden önce geçenlerin onda gizli saklı kalmayacağını söylüyorsunuz? Allah buyurdu ki: “O, gaybı mı bildi, yoksa Allah'ın katından bir söz mü aldı?”( Meryem suresi / 78. ayet) “De ki: Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”( Neml suresi / 65. ayet) başka bir ayette: “Acaba gaybın bilgisi kendi yanındadır da o görüyor mu?”(Necm suresi / 35. Ayet) “O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar”(Cin suresi / 26, 27. ayetler) “Kıyamet saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokman, 34) Yüce Allah, Hz. Peygamber’e hitaben, münafıklar hakkında şöyle buyurur: “Çevrenizdeki bedevilerin içinde ikiyüzlüler ve Medineliler için de ikiyüzlülükte direnenler var. Onları siz değil, ancak biz biliriz. Kendilerine iki defa azabedeceğiz; onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar.” (Tevbe, 101) Allah, Tebük Gazvesine gitmemek isteyen münafıklarına izin veren Hz. Peygamber’e şöyle buyurur: “Allah seni affetsin; doğrular sana belli oldu, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?” (Tevbe, 43), Kuran ayetleri gayb ile ilgili bunu derken Şiacıların muteber kaynaklarınden bir iki örnek vermek sanırım yeterli olcaktır. Kuleyni, Abdullah b. Cundub’den, Şia’nın sekizinci imamı Ali b. Musa’nın, ona yazdığı şu mektubu rivayet eder: “…Biz imamlar, yeryüzünde Allah’ın eminleriyiz. Belalar ve felaketler, Arab nesebi, İslam’ın doğuşu ve ilgili ilimler bizim katımızdadır. Biz, bir kişiyi gördüğümüzde, onu gerçekten mümin mi, münafık mı olduğunu biliriz. Bizim taraftarımız, isimleriyle ve babalarının isimleriyle birlikte yazılır. Allah bizim ve taraftarlarımız hakkında misak almıştır.” (Kuleyni, Kafi, c.1, s.223) “Muhammed el-Bakır, Hz. Ali’nin şöyle dediğini bildirir: Bana altı şey verildi: Belalar ve felaketler ilmi; vesayet; hükümler ilmi; dünyaya geri dönmem ve bütün dünyaya hakim olmam; asa ve meysem ile insanlarla konuşan debbenin sahibi olmam.”( Kuleyni, Kafi, c.1, s.198
ALINTI

Ekleme Tarihi: 17.02.2010 - 23:40
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
ŞİİLERLE TAKİYYE ANLAYIŞI

İslamın ilk yıllarında özellikle hz peygamberimiz döneminde her hangi bir şey adına bölünmüşlük bulunmuyordu. Sadece münafıklar Müslümanların gıyabında toplantı yapıyor islama karşı neler yapmaları gerektiği hususunda strateji belirliyorlardı. Bu süreç Hz Osman dönemine kadar böyle devam etti. Hz Osman ın şehadetinden sonra bir takım siyasi ve kavmiyetci bölünmüşlük boy göstermeye başladı. Ançak yine dini anlamda herhangi bir ayrışma görülmedi. Hz Ali döneminde hariciler kuran ı farklı yorumlayarak bir ayrışma gösterdi ise de Bu anlayış fazla sürmedi. Bundan başka Abdullah ibni sebe hareketi farklı yerlerde küçük gruplar halinde farklı anlayışlar geliştirmeye başladı. Bu dönemde atılan ayrışma tohumu Hz Hüseyin in şehadetine kadar gizli gizli yayılma gösterdi. İslam cematinin fikirleriyle ters düşen Hizipcilik ya da mezhepçilik gibi faaliyetlerini gizli yapmak durumunda kalan bu cıkarcı önderler, hâkim güce veya islami ekseriyete karşı açıkça söylemekten cekindikleri ayrıcılığı gizlemişler bunun meşruiyetini sağlamak içinde bu gizliliği takıyyeye bağlayarak cıkış yolu bulmuşlardır. (takiyye kendisinin veya bir başkasının malı ve canı konusunda duyduğu endişe veya korkuya bağlı olarak farklı görünme) Şii mezhep liderlerinin desteklenmesinde takıyyenin büyük rolü olmuştur. Bu önderler faaliyetlerini sürdürdürken takiyye sayesinde korunmuş yönetim tarafından kendilerine bir zarar gelmesinin önüne bu yöntemle geçmişlerdir. Takıyye maskesi altında gereken paralar temin etmişler. Söz konusu şii mimarları ortaya koydukları felsefenin ve söylemlerinin kalıcı ve inandırıcı olmasını sağlamak için, sürecin içinde kutsal kişiliklerin müdahil edilmesi, bu kişiliklerin son derece güçlü, masum, her şeyi bilen, yaşadıkları sürece vahiy alan kainata hükmedecek kadar yetkilerle donatılması gerektiğinin bilincindeydiler. Bunlar i söylemlerini kutsal kimselere söylettirmeleri gerektiğini bilen, hile ve desise uzmanlarıydı. Bu kutsal ve güçlü kişilikler tabi ki mazlum duruma düşmüş Ali ve oğullarından başkası olmazdı. Ortaya koydukları akideleri ile portresini cizdikleri liderin bir birine uyumu gerekiyordu. Bu da ancak takiyye ile sağlanabilirdi. Yoksa proje amacına ulaşmayacaktı. Bu amacın hedefine ulaşması için en gerekli olan dini esas Takiyye idi. Çünkü bu terime bütün aşamalarda ihtiyac duyulacaktı. Ayrıca Kendi kötü ve alt niyetlerini saklamanın başka cıkış yolu da yoktu. İşte bu amaclarla yalan’a takdis ve tazim süsü verilerek ve ona kendi isminden başka bir isim takarak “takiyye” adını verip dinin bir esası haline getirdiler. Din adına söylenilecek şeyler toplumun inançlarıyla ters düştüğünde zor durumda kalacaklardı. Bunu şimdilik takiyye ile saklıyacaklardı. Ancak, kendi gruplarındaki insanlar öğrendikleri şeylerin kuran ve sünnetle tezat olduğunu anladıkları zaman foyaları ortaya cıkacaktı ki, Bunun yolunu da söz konusu imamlara masumluk sıfatı giydirerek aşmasını bildiler. Çünkü öncelikli stratejileri tezlerini kendi gruplarına kabul ettirmek daha sonra dışarıya acılmaktı. Bunu neyle yapacaklardı konuşan kuran Ali ile. Diğer hadisler zaten Hz peygambere ihanet eden sahabelerce uydurulmuştu! Kuranı ve hadisi Ali ve oğullarından daha iyi bilen kim olabilirdi ki? Şiiler dinin bir esası temeli ve aslı olarak değerlendirdikleri Takıyyeye bağlılıkta son derece ileri giderler; bu inancı da masum kabul ettikleri imamlarından birine nispet ederler. Yalanla eş anlamlı gibi kullanılan Takiyye kelimesi geçtiği her yerde Şiiliği hatırlatır olmuştur. Onlar takıyye ile sakladıklarının tersini, gizlediklerinin zıddını acığa vururlar. Takiyyenin dinin bir esası olarak ortaya koyduğu iddia edilen Ehlibeyt imamlarının hiç birisi takiyyeyi kendi hayatlarında asla uygulamamaışlardır. Ne Ali ne diğerleri. Mesela Hz. Hasan, takıyye’den ve insanları aldatmaya çalışmaktan en uzak bir kimseydi. Muaviye ile sulh yapması buna delildir. İmam Hasan, babasının taraftarı olup sulhü istemiyen birçok kimsenin açık muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Hatta Ali’nin en büyük taraftarlarından bilinen Süleyman Bin Surd, İmam Hasan’a: “ - Selamun Eleykum ey müminleri zelil eden!...” diye hitap etmiştir. Sulh’a karşı olanlar, aynı zamanda kuvvetli ve güçlüydüler. Bu sebeple İmam Hasan onların çıkardıkları birçok zorluklara göğüs germiş, görüşünü kahramanca müdafaa etmiştir. Takiyye fikrine hiç kapılmamıştır. Sonra Yezid Bin Muaviye’ye karşı ayaklanan İmam Hüseyin, Irak’a gitmesine mani olmaya çalışanların sözünü dinlememiştir. İmam Hüseyin, bu savaşta kendisi, çocukları ve taraftarlarının şehid olabileceğini, ev halkının da esir düşeceğini göz önüne almıştı ve böyle olacağını yakiynen biliyordu. Hüseyin Muharrem’in onunda taraftarlarını toplamış ve yarın savaş olacağını ve muhakkak katledileceğini, taraftarlarının kendisine olan bi’atlerini çözebileceklerini, isteyenin savaş meydanını terk edebileceğini söylemiş ve: “ - Gece vakti, deveye binin, istediğiniz yere gidin!..” demişti. Giden gitmiş ve kalan da Hüseyin’le birlikte şehid olarak ebediler defterine kaydolmuştur. Bu sürecin içinde takıyyeden veya takıyye ile alakası olan birşeyden eser bulmak mümkün mü? Çok secde eden olarak bilinen İmam Ali Bin Hüseyin Kerbela da esir düşmüş, ayakları zincire vurulmuş ve Kerbela’dan Şam’a kadar çıplak deve üzerinde götürülmüştür. Hayatı boyunca bu acıları unutmamış iktidara karşı en ağır tenkitleri yapmış ölümüyle birlikte insanlığa 54 dua bırakmıştır.. Bu duaların toplandığı kitaba “Seccadiye Sahifesi” adı verildi. Bu dualarda Emevi Hilafeti’ne beddualar mevcuttur. Bu yönetime karşı hayatında hiç takiyye yapmamıştır. İmam Bakır ve büyük alim oğlu İmam Sadık Medine’de resulullah’ın mescidinde yıllarca ders verirken, hiç kimseden korkup çekinmeksizin, fıkhi görüşlerini söylerlerdi. Bakır, Emevi Hilafetin devrinde Sadık ile, Emevi Hilafeti’nin sonunda ve Abbasi Hilafetinin başında yaşadı. Her iki hilafet. de, bu imamlara karşıydılar. Bunlar korkmadan yılmadan binlerce talebe yetiştirdi. İktidarlara karşı hiç takiyye yapmadı. İmam Musa Bin Cafer de Abbasi Halifesi Harunü’r Reşid’e muhalifti. Bağdad’da Halife tarafından birkaç yıl hapse atıldı. Musa Bin Cafer takıyye yolunu tutup amcası oğlu olan ve aralarında bir sürü yakınlık bağları bulunan Halifeye takiyye yapsaydı onu aldatsaydı kurtulurdu. Yapmadı. Hilafet Abbasilerden Me’mun’a geçince, Rıza adıyla tanınan sekizinci İmam Ali Bin Musa’yı veliahd tayin etti. Ancak İmam, Me’mun zamanında vefat edince, Hilafet Abbasiler’de devam etti. İmam Rıza vefat ettikten sonra, Abbasi Halife Me’mun Ümmülfazl’dan olan kızını Rıza’nın oğlu Muhammed El-Cevad’la evlendirdi ve böylece Abbasi Halife ile Ehlibeyt arasındaki dostluğa devamlılık sağladı. Birisi Veliahd, diğeri Halife’nin damadı olan bu iki imam da takıyye ile amel etmeye ihtiyaçları olmadığı gibi, hedeflerine ermek için Şia’nın takıyyeye tevessül etmeleri talebinde de bulunmamıştır. İmam Cevad’dan sonra onuncu ve onbirinci imamlardan olan Ali ve oğlu Hasan Askeri Abbasi Hilafeti’nin başşehrinde yaşarlardı. Bu iki İmamın evi, ziyaretçilerle dolup taşardı. Bunlar, Müslümanlar’ın dini ihtiyaçlarını karşılar ve Ehlibeyt fıkhını yaymaya çalışırlardı. Bu iki imam’ın hayatını inceleyenler, takıyyeden en uzak insanlar olduklarını anlayacaklardır. Halifeler’in hiçbir zaman gözlerinden kaçmayan bu faaliyetlerin ve Ehlibeyt görüşlerini yaymaya çalışmaları aslında Abbasi Hilafet’ine muhalefet mahiyetindeydi. Ancak her iki İmam da hiç aldırış etmeyerek kendi vazifelerini yapmaya ve hakkı söylemeye devam etmişler asla yalana müracaat etmemişlerdir. Hal böyle iken kendi amaclarına ulaşmayı hedefleyen Şiilerin takiyye anlayışı sadece kendisinin veya bir başkasının canı konusunda duyduğu endişe veya korkuya bağlı değildir. İnançlarında, sır tutmak güven içinde bulunup can korkusu taşımasa bile takiyye yapmanın vacipliğini savunmaktadırlar.! er-resail adlı kitabında (2/201 kum-iran baskısı h.1385): Takıyye Sîanın yanında zorlanma esnasında malı ve canı korumak için başvurulacak bir sey değil, devamlı olarak kendisiyle amel edilecek faziletli bir ameldir. Onlar takıyye adı altında haramların en büyüklerinden biri olan yalanı mübahlastırmıs, daha da ileri giderek yalan söylemeyi günlük vacipler arasına koymuslardır. Siîlerde takiyye (yalana), dinin verdiği önemin göstergesi; Ali b. Ebî Talib aleyhisselam buyurdu ki: “Takıyye müminin en faziletli amellerindendir.” (Tefsîru’l- Hasen Askerî 162) Ebû Abdillah aleyhisselam buyurdu ki: “Takıyye yapmayanın imanı yoktur.” (Usûlu’l-Kâfî 2/219) Şiilerin muteber kitapları olan Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, bu hususla ilgili şunu rivayet eder: “Dinin onda dokuzu takıyyedir; takıyyesi olmayanın dini de yoktur”, Takıyye, benim ve ecdadımın dinidir; Kuleyni, Ebu Basirden de şu rivayeti nakleder: “Ebu Abdillah, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi. Ona, gerçekten Allah’ın dininden midir diye sorduğum da, evet Allah’ yemin olsun ki, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi” yine bir başka hadislerinde Ey Süleyman b. Halid, Ebu Abdillah’ın “Ey Süleyman sizin dininiz öyle bir dinidir ki, Allah onu gizleyeni aziz, açığa vuranı da zelil eder” Kafi c:2 s. 217–219–222. Bunları imam Ebu Cafer’ e söylettirmişlerdir. Şiiler bu din ve akideye inanmaktadırlar. Muhaddislerinin üstadı el-Kummi, meshur risalesi “el-itikadat” söyle der: “Takıyye vaciptir; onu terk eden namazını terk eden gibidir”, “Takıyye vaciptir; el-Kaim ortaya çıkıncaya kadar onu terk etmek Caiz değildir. Onun hurucundan önce takıyyeyi terk eden kişi, Allah’ın dininden, imam iyenin inancından çıkmış, Allah’a ve imamlara muhalefet etmiş olur. Cafer es-Sadık’ as. “Allah katında en degerliniz, O’na karsı gelmekten en çok sakınanınızdır” (Hucurat: 9/13) ayetinin manası sorulduğunda “Takıyye ile amel edeniniz, en muttaki olanınızdır” demiştir”.(kummi el-itikat). “Takıyyesi olmayan bir mümin, bası olmayan ceset gibidir”, (Tefsirü Askeri s.162) yalanını Resulullaha’a, isnat eden bir topluluk için takıyyeyi niçin inançlarının esaslarından saymasın! Bazı Siiler takıyyeden maksadın yalan söylemek degil, nefsin korunması ve serden kurtulmak için gerçeğin gizlenmesi olduğunu söylediler. Gerçek böyle değildir; zira onlar takıyye ile yalan ve aldatmayı kastederler ve inandıklarının tersini söylerler. Bunun böyle olduğuna şunlar delil teşkil etmektedir: Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, el-Kafi de sunu rivayet eder: “Münafıklardan bir kimse ölmüştü. Hüseyin b. Ali dışarı çıkıp onun cenazesi ile birlikte yürümeye başladı. O sırada dostlarından biriyle karsılaştı. Ona nereye gidiyorsun diye sorduğunda, namazını kılmamak için bu münafığın cenazesinden kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine Hüseyin sağımda durmaya bak, benden ne duyarsan aynısını söyle, dedi. Münafığın velisi (imam) tekbir alınca Hüseyin de tekbir alarak söyle dua etti: Ey Allah’ım falan kuluna tam bin defa lanet et. Ey Allahım bu kulunu insanların ve beldelerin içinden geçir, cehennemine ulaştır ve ona en şiddetli azabını tattır, çünkü o, düşmanlarını dost edinmiş, dostlarına düşman olmuştu. Nebi’nin Ehli Beytine bugzederdi”(Kuleyni, el-kafi,c.3,s.189) Gerçekten Siiler, ister canı korumak, isterse başka bir sey için oldun, bütün meselelerde takıyyeyi vacip sayarlar.. Siiler, imamlarından gelen farklı kaviller, çelişkili görüşlerle karsılaştıklarında gene takıyyeye ihtiyaç duymuşlar, ona sığınmışlardır. Kendilerine hata ve unutmadan masum olan imamlarının tek bir sey hakkında nasıl olup da ihtilafa düştükleri, bir seferde cevaz verdikleri birşeyi bir başka zaman nasıl haram kıldıkları; aynı şey hakkında bir vakitte başka, diğer bir vakitte başka şeyler söyledikleri seklinde bir itirazda bulunduğu zaman ise, onların yani imamlarının, her iki durumda da, bunları takıyye icabı yaptıklarını söylemekten başka verilecek bir cevap bulamamışlardır. Üçüncü asrın tanınmıs Sii âlimlerinden Ebu Muhammed el-Hasan en- Nevbahti, Ömer b. Rebah’tan su rivayeti nakleder: “Ebu Cafer’e bir mesele sordum, cevap verdi. Sonra bir başka sene yine aynı meseleyi sordum; birinciden farklı bir cevap verdi. Ebu Cafer’e cevabın bu mesele hakkında bir önceki sene vermiş olduğun cevaba uymuyor, dediğimde, Ebu Cafer: Olabilir, cevabımız takıyye icabı verilmiştir, dedi. Bu cevap, benim, Ebu Cafer ve imameti hakkında şüphelenmeme sebep oldu. Daha sonra, Ebu Cafer’in taraftarlarından olan Muhammed b. Kays isimli bir kimseye rastladım. Ona, Ebu Cafer’le aramızda geçenleri söyle anlattım: Ebu Cafer’e bir mesele sordum, bana cevap verdi. Bir başka sene aynı şeyi sorduğumda, daha önceki cevabının tersini söyledi. Ona, niçin böyle farklı cevap verdiğini sorduğumda, takıyye icabı öyle yaptığını söyledi. Allah biliyor ki, ben o meseleyi, ona vereceği fetvaya uymak ve onunla amel etmek için samimiyetle sormuştum, başka bir amacı yoktu. Üstelik ben bu haldeyken takıyye yapmasına bir sebep de yoktu. Bunun üzerine Muhammed b. Kays, belki yanında takıyye yapması gereken bir kimse vardı, dediğinde, hayır onun yanında sorusu olan, benden başka hiç kimse yoktu; fakat o, her iki cevabı da rast gele vermiştir. Geçen sene verdiği cevabı hatırlayamadığı için aynı cevabı veremedi dedim. Bu konuşmalardan sonra Ömer b Rebah: Ne şekilde ve hangi sebeple olursa olsun, batıl fetva veren ve Allah’ın vacip kılmadığı bir yerde takıyye yaparak huzur içinde kapısını kapatan bir kimse, imam olamaz, deyip, onun imametini reddeder. Aynı şekilde, imamın sadece emrul bil maruf ve nehyu anil münker yapması gerektiğini de belirtir”( Nevbahti, Fıraku’s Sia s80-82 ) Kuleyni’nin bir ayetle ilgili olarak Kafi’de rivayet ettigi su haberdir: “Musa b Useym söyle der: Ebu Abdullah’ın yanında idim, Bir kimse, ona, Allah’ın Kitabından bir ayetle ilgili bir soru sordu, o da cevap verdi. Sonra bir baskası gelerek aynı ayet hakkında sordu, o da cevap verdi. Sonra bir baskası gelerek aynı ayet hakkında sordu, ona birinciye verdiği cevabın tam tersini söyledi. Bu bana öyle dokundu ki, kalbimin adeta bıçaklarla doğrandığını hissetim. Kendi kendime, bir vav harfinde bile hata yapmayan Ebu Katade’yi Sam’da bıraktım da, böyle büyük hatalar yapan bir kimsenin yanına geldim, dedim. Beni böyle düşünürken bir başkası daha geldi ve ona yine aynı ayeti sordu. Bu sefer her iki cevaptan farklı bir cevap verdi, o zaman kalbim rahatladı ve bunun takıyye olduğunu anladım” kafi l.cilt s.163 Yine şia inancında imamları takıyye sebebiyle haramı helal, helâlı haram saydıklarını kendi kaynaklarında geçmektedir. Mesela Kafi’de Eban b. Tagleb’ten şu rivayet edilir: “Ebu Abdullah’ın söyle dediğini işittim: Babam zamanında, takıyye gereğince doğan ve atmacanın öldürülmesinin helal olduğuna dair fetva verirdi. Ben ise, onlar için takıyyeyi gerekli bulmuyorum; onlar haramdır” (Kafi 3.cilt 208.sy) Buna benzer bir başka husus, Siilerin dokuzuncu imamları Muhammed b. Ali b. Musa, kendisine Sia’nın İhtilafı hakkında bir soru sorulduğunda su cevabı vermiştir: “İmamlar, İstediklerini helal, istemediklerini haram kılan kimselerdir”. Böyle bir inancı olan kimsenin diğer meselelerde yalan söylemiyecegi nasıl inanılabilir? Helal-Haram konularında kendisine güvenilmeyen bir kimseye, mubahlar konusunda nasıl güven duyulabilir? Avamdan birinin bile haram olarak kabul ettiği bir şeyin helal olduğuna dair fetva vermesi caiz midir? Onların iddia ettikleri imamet ve ismet nerededir? Sonra el-Bakır’ı, fetvayı vermeye zorlayan kimdir? Cafer’in sözünden anlaşılan, babasının fetvasının Emevi sultanlarını hoşnut etmek için verilmiş olacağı hususudur. Zira o, “(Babam) Emeviler devrinde fetva veriyordu” diyor. Bunu böyle kabul etsek bile, acaba Siiler dogru olduğuna inandıkları su rivayete ne diyeceklerdir: “Cabir’in, bizzat el- Bakır’dan naklettiği bu rivayete göre Resulullah söyle demiştir: Kim zalim bir sultanı, Allah’ı gazaba getirerek hoşnut ederse, Allah’ın dininden çıkar”.(kafi.3.clt 737sy) Şiiler, haram’ı helal kılmayı Allah’ı gazaplandırmak saymıyorlar mı? Ali b. Ebi Talib, iddialarına göre, bir hutbesinde söyle demiştir:” iman, sana zararı dokunacak bir yerde dogrulugu, fayda temin edecek olana yalana tercih etmendir”.(Nechul Belaga) Bütün bunlardan sonra takıyyenin sırf yalanı masum göstermeye calışan bir anlayış olduğundan şüphe edebilir mi? şiilerin muteber saydıkları hadis kitaplarında bunlara benzer yüzlercesi mevcuttur. Mirasın taksimi konusu, içtihat edilecek bir konu değildir. Çünkü nasslarla sabittir. Nassları bile değiştiren birisine hic itimat edilirmi? Yine Kuleyni’nin Kâfisinde naklettiği, bu rivayete çok benzeyen bir rivayet daha vardır. Buna göre Abdullah b. Muhriz söyle der: “Ebu Abdillah’a, bana vasiyette bulunan bir kimsenin öldüğünü ve geriye kızının kaldığını, bu adamın mirası hakkında ne diyeceğini sordum. Bana, mirasının yarısını kıza, yarısında Mevlalara ver dedi. Bu meseleyi dostlarımıza danıştığımda onlar, hayır, Allah’a yemin olsun ki, Mevlalara Verilecek bir sey yoktur dediler. Bunun üzerine Ebu Abdillah’ın yanına tekrar gidip, dostlarımız Mevlalara verilecek bir şey yoktur, o sana karsı takıyye yapmıştır diyorlar dedim. Ebu abdilah, hayır, Allah’a yemin olsun ki, sana karsı takıyye yapmadım; fakat terekenin yarısından almandan Korktum; eger korkmuyorsan diger yarısını da kıza bırak, Allah sana kefil olacaktır, dedi”(Kafi.7.clt.737.sy) Bu iki rivayetten anlaşılıyor ki, Siiler yalana, sadece nefsi korumak, zatı, muhafaza etmek için cevaz vermekle kalmamışlar, hiçbir sebep olmaksızın yalan söylemislerdir. Soru soran Abdullah b. Muhriz ve Seleme ne emevilerden, ne de Abbasilerdendir; her ikisi de hakiki Sii olup “masum imam’ın taraftarındandır. Aynı şekilde, Cafer verdiği batıl fetvayı icabı değil, Maslahat icabı yalan yere verdiğini de belirtmiştir. Sii imamlar, takıyyenin sadece yalandan ibaret olduğunu da açıklamışlardır. Şiiler sadece yalan söylemekle kalmazlar yalanı da teşvik ederler. Bundan da sevap alacaklarını umarlar. “Bizim davetimizi kabul edeceğine inandığın kimseyi, Rabbinin yoluna çagır. Biz hapiste olduğumuz için üzülme. Bizden mervi veya bize nispet edilen bir haber sana ulaştığında, yanlış olduğunu bilsen bile, sakın bu batıldır deme; zira sen onu niçin söylediğimizi nasıl vasıflandırdığımızı bilemezsin” (el keşi rical 368 s.) Takıyyenin sebeplerinden bir diğeri de, Sii taraftarına teseyyu üzere olduklarını yalan vaatlerle ispat etmeye çalısmıs olmalarıdır. Kuleyni, Ali b. Yaktin’den su rivayeti naklerde: “Ali b. Yakin oğluna söyle demiştir: Ebul Hasan, Sia’nın yüz senedir emellerle büyüdüğünü söylemiştir; böyle söylemesine rağmen söylendiği gibi olmamıştır. Ali de söyle demiştir: Size söylenen, yalnız bir kaynaktan gelmektedir; fakat Cafer’le ilgili olan mesele bahsedildiği gibi olmustur. Bizim işimiz ise, henüz gerçekleşmedi; emellerle uyarlandık durduk. Eğer bize, bu iş iki ya da üç yüzyıldan aşağı olmaz denseydi, kalpler katılaşır, insanların hepsi 1slam’dan dönerdi; fakat onlar, insanların kalplerini ısındıracak, rahatlamalarını sağlayacak şeyler söylediler”( Kuleyni, Kafi s.223) Yine şia akidesenin tezatlarını göstermesi acısından Nevbahti’nin kitabında bahsedilen bir husu; Süleyman b. Cerrir’den naklettiği bir rivayet te“O taraftarlarına söyle demiştir: Rafizilerin imamları, taraftarlarına iki kelime beyan ederler. Onlar bu iki kelime sayesinde, imamlarında hiç birinin asla yalan söylemediğine inanırlar. Bunlar “beda” ve “takıyye” dir. Sii imamlar, olmuş ve olacağa ait haberler ve yarın ne olacağının bilinmesi hususunda, taraftarlarına, kendilerini, peygamberlerin makamında gösterirler. Taraftarlarına, yarın ve ileride gelecek günlerde söyle söyle olacaktır dediler. Söyledikleri gerçekleştiği zaman, biz size, bunun böyle olacağını daha önce söylemedik mi? Allah’ın nebilerine bildirdiklerini biz de biliriz; Allah’tan ilim, alırız, dediler. Eğer olacağını söyledikleri şey tahakkuk etmezse, taraftarlarına, Allah’ın bu hususta beda yaptığını söylediler. Takıyyeye gelince, helal, haram ve din ile ilgili diğer konulardaki meseleler çoğalınca, imamlar gelen sorulara cevap verdiler. Soru soran taraftarları, aldıkları cevabı ezberlediler ve daha sonra yazıp tedvin ettiler. İmamlar ise, vermiş oldukları cevapları hıfz etmediklerinden, bir süre sonra unuttular; çünkü meseleler, ne bir günde, ne bir ayda, daha doğrusu farklı senelerde, farklı zamanlarda ve aylarda rivayet olundu. Böylece bir mesele hakkında muhtelif ve birbirine zıt cevaplar, farklı meselelerde de birbirinin aynı olan cevaplar ortaya çıktı.. Taraftarları bu durumu anlayınca, cevaplardaki karışıklığı ve farklılığı imamlara yüklediler; sebebini sordular ve öğrendiklerinde de onları ayıpladırlar. Bu nasıl caiz olabilir? Zira imamları kendilerine, “biz bu cevabı takıyye icabı verdik, nasıl istersek öyle cevap veririz; çünkü bu bize kalmış bir istir. Biz, size faydalı olan şeyi, bekanızın nerede olduğunu, düşmanımızı savuşturmayı sizden daha iyi biliriz”, demekteydiler. imamların yalan söyledikleri ne zaman ortaya çıktı ve onların hak veya batıl üzere oldukları ne zaman bilindi de, Ebu Cafer’in taraftarlarından bir grup bu iddiada bulundu ve Ebu Cafer’in imametini kabul etmediler” ( Nevbahti, Fırakus Sia s. 85-87) Şianın yalancıları Kaynaklar incelendiğinde görülmektedir ki Şiacıların inanc dayanakları isnadi kesilmiş tarihi olaylardır. Bu tarihi olayların çoğu da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Lut b. Yahya, Hişam b. El-Kelbî ve oğlu gibileri bunları meşhurlarındandır. El-Kelbî, sahabe hakkındaki eksikliklerle ilgili rivayetlerin de sahibidir. Sahabe kusurları ile alakalı yazdığı kitap, şianın sahabe hakkındaki ana kaynağıdır ki, bunun büyük bir çoğunluğu yalanlarda doludur. Diğer kısımları ise tahrif edilmiştir. Şiilerin sahabe ile ilgili inanclarını oluşturan yalan ve tahriflerden oluşan bu görüşlerin sahipleri, Ebu Mihnef Lut b. Yahya ve Hişam b. Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî gibilerdir. Şiiler görüşlerine delil olarak Hişam el-Kelbî'nin eserlerini gösterirler. Hâlbuki Hişam insanların en yalancısı olan bir şiîdir. Babasından ve Ebu Mihnef'ten rivayet ediyor ki, her ikisi de terkedilmiş yalancılardır. İbn-i Hibban, Tebuzeki, Hemam: El-Kelbî,’nin sebe olduğunu ve kendisinin “Ben Sebeîyim” dediğini işittiklerini söylüyor. Onlara göre Ali (r.a.) ölmemiştir. O dünyaya gelip zulümce dolan bu dünyayı adaletle dolduracaktır. İbn-i Hibban, Kelbî'nin dindeki yeri ve açık olan yalancılığı meydandadır demektedir. Ahmet b. Zuheyr, diyor ki, Ahmed b. Hanbel'den Kelbî'nin tefsirini okumanın caiz olup olmadığını sorunca, caiz değildir, cevabını aldım. Ebu Avane, Kelbînin şöyle dediğini işittim diyor: Cibril vahyi Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) yazdırıyordu. Tuvalete gittiğinde, Ali'ye (r.a.) yazdırmağa başladı. İbni Maîn şöyle diyor: Yahya b. Ya'la babasından naklen şöyle diyor: Kelbî'ye gider gelir Kur'an okurdum.. Bir gün onun şöyle dediğini işittim: Bana öyle bir hastalık geldi ki ezberlediğimi unutturdu. Sonra Rasulullah'ın yakınlarına gittim. Ağzıma tükürdüler ve hemen unuttuklarımı hatırladım. Ben de ona, vallahi bundan sonra senden hiçbir şey nakletmeyeceğim dedim ve onu terketim. Ahmed b. Hanbel Hişam el-Kelbî hakkında , “İlim ve söz sahibi olan bir kimsenin ondan hadis naklettiğini zannetmiyorum.” Dârekutnî onun için “Metruktür.” diyor. İbn-i Adiy: “Kendisine fazla seminer verdirilen Hişam'ın güvenilecek hiçbir şeyini bilmiyorum. Babası da yalancıdır,” diyor. El-Leys ve Süleyman et-Teymî'de: “Hişam yalancıdır,” diyorlar. Yahya da hakkında “O bîr şey değildir, yalancı ve değersizdir.” diyor. İbni Hibban da şöyle diyor: “Hişam el-Kelbî'de yalancılık o kadar açıktır ki diğer vasıflarını ortaya koymaya hacet yoktur.” İkincisi: Doğru olan rivayetlerdir. Bu kabil rivayetlerde ashabın noksanlıklarına dair haberler söz konusu ise ma'zerete binaen olduğu için kusur olmaktan çıkarlar Şiacılar Kelbî'yi ehlisünnet aleyhinde hüccet (!) olarak saymakta ve eserlerini delil göstermektedirler. Cerh ve ta'dil kitapları tetkik edildiği takdirde, rafizilerin diğer bütün zümrelerden daha çok yalancı oldukları alenen görünmektedir. Çünkü şianın temel inancından birisi zaten takiyyedir. Konuya bütünden bakıldığı zaman görülmektedir ki şia takiyyeyi uydurdukları inanclarına kılıf bulmak için yalanı kamufle amcıyla kullanmaktadır. Bunun adını da takiyye koyuyorlar. Mübalağa sanatıda bir sanat olmaktan cıkmış hakikat gibi algılanmak şeklini almıştır. Yalan, hile ve ikiyüzlülüğün bütün üsluplarını mubah saymaktadırlar Şiayı bütün itikadi boyutuyla inceleyen hiçbir kimse, takıyyenin sırf yalan amaclı kullanıldığından şüphe etmezler. Önemli olan bu incelemenin bir savunma refleksi içinde yapılmamasıdır. Şia takiyenin uygulama konusunda da kendi aralarında bir birlik sağlayamamışlar Takiyye farklı zamanlarda farklı önderler tarafından farklı farklı yorumlanmıştır Tabi ki bu hakkın gizlenmesi ve batılın izharından başka bir şey değildir. Bu inanç sistemi yalan üzerine kurulmuş yalan ile yürümekte olan bir yapıdır. İslam dini insanlığa dosdoğru olun derken Hz Peygamberimiz yine doğruluğu son veda haccında vurgulayıp binlerce insanı şahit tutmuşken, Resulullah sav. Nitekim Buhari ve Müslim şu hadisi rivayet ederler: “ Doğruluktan ayrılmayın; zira doğruluk, iyiliğe, iyilik ise cennete götürür. İnsan doğrulukta ve doğruyu aramakta sebat ederse, Allah indinde sıddik olarak yazılır. Yalandan kaçının; zira yalan kötülüğe, kötülük ise cehenneme götürür. İnsan, yalan söylemekte, yalancılıkta ısrar eder, yalanı aramakta diretirse, Allah indinde yalancı olarak yazılır” demişken yalancılığı dinin akidesi haline getir ve bunu dinin gereği sayarsan tabi ki buna İslam denmez. Şiiliğin yapısı incelendiğinde buna ihtiyacının çok fazla olduğu bununla tutunabileceği görülmektedir. İyi de dini ve dünyevi meselelerde, böyle bir itikada sahip olan bir kimseye güvenilebilinirmi? Böyle bir insan, Kitaba ve Sünnetle ilgili ne zaman doğruları söyleyeceği bilinebilir mi? Bu tip âlimlere inanılır mı? Onların, ne zaman takıyye ile amel edip, ne zaman etmediklerini kim bilebilir? Bu dini bozmak, islam’ın temelini yıkmak, Allah’ın Kitabı’nın ayetleri ile oynamak değil midir!? Eğer islamın onuru Şii’ler için önemli sayılıyorsa ki bundan şüphe edilmez. takıyye meselesinde, akidesine ve şahsına saygılı şerefli insanlar gibi davranmalı ve güzel ahlaktan olan şeref ve haysiyetini muhafaza etmelidirler!.. Kişilikdeki ikiliğin, doğrulukla bağdaşmadığını, bunun samimi bir Müslüman da bulunan vasıflara ters düştüğünü söz ile davranışı arasında ki dengesizliğin meydana getirdiği psikolojik tesirleri dikkate almalıdırlar.Gerçek bir Müslüman İslam camiasının doğru görmediği gizli ve açık her söz ve davranıştan vazgeçmeli, mürai ve aldatan insan halinde görünmekten sakınmalıdır!.. Şii kitlelerin, hassaten kültürlülerin şahsi gayelerle kendilerini bu girdaplı yollara sevkeden mezhep liderlerini gerçek anlamda sorgulamalıdırlar. Şu unutmamalıdırlar ki; İslam, Müslümanlar’ın uymak zorunda oldukları bir ahlak temeli getirmiştir. Bu temel, Müslüman’ın aldatıcı, riyakar olmamasını aleyhinde de olsa davranışının doğru, sözünün doğru ve dürüst olmasını emrediyor. Bu temele göre, iyi her yerde iyi, köktü de her yerde kötüdür!.. İmam Sadık’a nisbet edilen “takıyye benim ve atalarımın dinidir!..” sözü büyük bir imama karşı iftiradan ve yalandan başka bir şey değildir!..Bu söz ona karşı son derece saygısızlığın ifadesidir.

Ekleme Tarihi: 17.02.2010 - 23:42
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
EHLİBEYT Mİ - EHLİBEYTCİLİK Mİ?

(Ehlibeytcilik) İslamda, dinin anlayış bicimi şekle değil, öze yöneliktir. Şekil öze inmede dikkati toparlamaya yöneliktir. Bu sürecler özü yakalamak için beynin yönlendirilmesini sağlamak içindir. Bu anlamda ehlibeyti anlamak demek onların, islamdaki kavramları ve incelikleri büyük bir titizlik ve üstün bir öngörü ile vakıf olduğunun farkında olarak onların işaretlerine yönelmek demektir. Yoksa onları sevmek ve anlamak yılın belirli günlerinde kendine işkence ederek kan akıtmak, ağıtlar üretmek, ötekiler yaratmak değildir. Eğer böyle olursa buna ehlibeyti sevmek değil ehlibeytcilik denir. Ehlibeytcilik yapılarak ehlibeyt sevilmez. Hangi güzel bir mevhumun ...cılığı yapılmışsa, mutlaka o değer katledilmiştir. Malesef ki ehlibeyti sevenler, yada sevme iddiasında bulunanlar, sevme adına sevdiklerini ifrata götürerek, bir inancı içinden cıkılmaz hale dönüştürmüşlerdir. Bu hususu bütün sürecleriyle incelediğimizde tarihte neler olduğunu göreceğiz. Bu calışma asla bölünmeyi artırma ya da daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmek için değildir. Amaç, bundan ibret alınması tek taraflı tarihi hikayeleri okuyarak, bunun ışığında hadis ve kuran yorumlamanın sonucunun ne yanlışların, din lokmasıyla yutturulduğunun ortaya konmasını sağlamak içindir. Tarih, yeniden yaşanmak onunla amel edinmek için yazılmamıştır. Hem her tarihi olayın yüzlerce bakış acısıyla anlatımı vardır. Bununla amel edersek, dini bu perspektiften yorumlarsak, İslamın ana kaynağı Hz Kuran nerde kalır. Sevgili Peygamberimizin yüce sözleri kitapların arasına hopsolmaz mı? İslamı anlamak sadece bunlardan birine yoğunlaşmakla olacak şey değil. Onun için Kuran bize bilenleri tavsiye etmiştir. Onun için peygamberler ve onun vasileri ve evliyaları vardır. Tarihi bir olayın ışığında yorumlanan her hangi bir inanç akidesini düşünün. Aynı olayın farklı yorumları elbette ki birden çoktur. Herkesde kendine göre bu farklı yorumlara göre yorumlama yapsa bunuda din olarak tanımlasa ortada din diye bir şey kalır mı? Tarih ibret içindir. Tekerrür etmemesi için tedbir içindir. Tuzaklara düşmememiz için tecrübe kaynağıdır. Dinin kendisi değildir. Çünkü tarihin kaynağı hırs, tamah, siyaset, ırk, inanç, coğrafya vb. şeylerdir. Tarih bunların bir bütününden beslenir. Oysa din Allah ve kul arasındaki bir bağdır. İkisi arasında ancak vesileler vardır. Bugünün Türkiyesinde son bir asırdır Laiklik hükümranlığı mevcuttur. Bizdeki bir takım laikciler laikliği dinselleştirip herkesin ona tapınmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. Oysa laikliğin belli bir tarifi ve dünya da uygulama bicimi vardır. Bizdeki laikciliği vatandaşa dayatanların ne adına bunu yaptığını iletişim cağında bilmeyen yoktur. "Ergenekon evsanesi" Bu süreci hareretle destekleyenler vardı. Destekleme adına ne kitaplar ne makaleler yazdılar. Bir kısmı da asalet gösterip biz olayı böyle bilmiyorduk deyip kendi köşelerinde vatandaştan özür dilediler. Bu konuyla alakalı yüzlerce belki binlerce farklı algılamalara sebep olacak yazılar yazıldı. Beş yüz sene sonra bu yazıları okuyan insanlar adaletli bir düşünce ortaya koyabilmek için bunlardan hangisini referans alaması gerekecek!? Tabi ki kendi cevresince eline tutuşturulan ve ilk eline geçen belge onun için hakikat olacak. Peki bu sonuç hakikati yakalamak için yeterli görülebilir mi? Elbette ki hayır. İşte tarihdeki olaylarda bu sürecin bir benzeri idi. Siyaset, yönetme duygusunu tatmini, kabiliyetcilik, vb bir sürü etmenlerin etkisiyle değerlendirilmiş bilgi kirliliği taşıyan kitaplar mevcut. Ama kuran a en azından zerre kadar kirlilik bulaşmadı. Çünkü onu Allah korudu. Bunu bilen tarihdeki fitnebazlar kuran a bile fitne bulaştırmaya calıştı. Bütün bunlar bize ibret vermesi gerekmez mi? Tarihde de Ehlibeytcilik yaparak bu söylem altında yüzlerce çilt hadis yazanlar yazdıranlar, toplayanlar mevcut. Bunlardan en meşhuru Kuley'nidir. Kuleşninin topladığı Ciltler dolusu hadis külliyatı Usul-u Kâfi ye bir bakın Allah aşkına. İmametle ilgili, Hadis anlayışı ile ilgili, Hz Kuran la ilgili haşa onlardan imamların adı kullanılarak bu meşhur kimse kitabına koyduğu ve insanlara hadis altında verdiği bilgilere bir bakın. Konuyu uzatmamak için bir kaç örnek verip tarihde ehlibeyti sevme adına ehlibeytcilik yapılarak bir inancın nasıl katledildiğine dönmek sanırım daha iyi olacaktır. Bugün bazıları ehlibeyt argumanını kullanarak din tacirliği yapmaktalar. Ehlibeytin söylemleri ile ehlibeytcilik yapanların amacları tamamen bir birine zıt bir durumdadır. Bugün Ehlibeyt adına söylenen hangi konulara güveneceğiz. En güvenilmesi gereken husus onlardan bize rivayet edilen hadisler olması gerekirken onlar adına yüzbinlerce hadis uydurulmuş, en muteber hadis kitabı diye kabul edilen kitaplara bugün kendi taraftarı güvenmiyor. Bu kitapda bazı yanlışlar var deniliyor. Bu araştırmanın bütünü incelendiğinde görülecektir ki ehlibeyt adına ne inac akideleri uydurulmuş dinin esası haline getirilmiştir. Tarih boyunca birilerinin para sevdası makam sevdası siyasi ihtirasında hep ehlibeyt kullanılmış durmuş. Hz Ali’ye maal edilen Nehcül Belega nın tarihcesine baktığınız zaman çok farklı şeyler görüyor kafanıza yüzlerce soru işareti geliyor! Hz Ali mescitlerde yaptığı vaaz ve nasihatleri kendisinden iki asır sonra yalancı ve şii olarak bilinen iki kişi tarafından toplanıyor kitap haline getiriliyor bu kitap Hz Ali ni eseri deniliyor! En güvendiğiniz kaynakta bile onca aklı kurcalayan soru işaretleri varsa, doğruluğunu iddia ettiğiniz dini anlayış takiyye yi (yalanı) dinin bir esası saymış sa, inanç diye ortaya konan şeylerin kuran da açık bir anlatımı yok ancak zorlama yorumlarla bunlar tevil ediliyorsa, en güvenilir hadis kitabında bir birine tezat olan biri diğerini yalanlayan, kuranla celişen, uydurulan tarihi metinlere göre kurgulanan hususlar hadis diye ortaya konuyorsa, bunların coğunun ravileri yoksa. Ravi olarak kim ola ki? Deniliyorsa!, Bu konuda kimse bir soru sormasın diye rivayet edenler masum imam olarak tanımlanıyorsa, sonradan uydurulan bir kısım inancların doğruluğuna şehadet getirmeyen on binlerce sahabe küfürle ithan ediliyorsa, Kuranda övülen insanlar karalanıyorsa, Peygamberin hanımları sizin analarınızdır demesine rağmen onlara hoş bakılmıyor iftiraya mahal bırakılıyorsa, islamda hakikat adına ne varsa bu söylemlere ters ise onu desteklemiyor bilakis bunların sonradan uydurma olduğunu söylüyorsa sizbu inanca ne dersiniz? Şiilerin kendilerine delil olarak gösterdikleri ve çokça dile getirdikleri rivayetlerden birisi de Hz. Peygamber Gadir günü irad ettiği hutbede "Size iki ağır emanet bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldıkça hiç bir zaman sapıtmazsııuz: Allah'ın Kitabı ve Ehl-i Beytim Şiilerin bu hadisi en büyük delil olarak göstermelerinin sebebi hadisi hem sünni (muhalif) hem de Şii kaynaklarında bazı farklılıklara rağmen müştereken rivayetin yer almasıdır. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir. Müslim’in Zeyd bin Erkam dan naklettiği rivayet şöyledir: “Bir gün Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Selem Mekke ve Medine arasında bulunan “Hum” adlı bir kuyunun başında bize hitab etmek üzere ayağa kalktı. Allah’a Hamd-u senada bulundu, Vazetti ve hatırlatmalarda bulundu. Daha sonra şöyle buyurdu. “İmdi, Ey insanlar! Ben sadece bir beşerim, Rabbimin elçisi (Azrail) gelir. (Beni davet eder) de Ben de onun davetine icabet ederim. Ben geride size “Sekaleyn” (iki ağırlıklı şeyi” bırakmaktayım. Bunların birincisi Allah’ın kitabıdır. O’nda Hidayet ve nur vardır. Sizde Allah’ın kitabına bağlı kalın ve ona sımsıkı sarılın” Böylece Resulullah sav. Allah’ın kitabını teşvik ve tergib ettikten sonra şöyle devam etti: “Ve Ehli Beytim. Ben Ehli beytim hususunda Allah’ı size hatırlatıyorum. Ben, Ehli beytim hususunda size Allah’ı hatırlatıyorum.” Husayn Zeyd’e (Hadisi nakleden Zeyd bin Erkam’a) sordu; -“Ya Zeyd, Onun ehli beyti kimlerdir? Zevceleride onun Ehli Beytinden değiller mi?” Zeyd şöyle cevap verdi; - “Evet, onun zevceleri Ehli Beytindendirler. Fakat onun Ehlibeyti Peygamberden sonra kendilerine sadaka (zekât) haram olanlardır”. Yine sordu: - “Onlar kimlerdir?” Zeyd şöyle cevap verdi; - “Onlar Ali’nin(soyu), Akılin âli (Soyu), Caferin âli ve Abasın âlidirler” ve şöyle ekledi; - Bunların tümüne sadaka haram kılındı. Şii müdlifIerden Muhammed Takiy cl-Hâkim, bu hadisi Şıanın en büyük delillerinden hiri olarak görmektedir. Şiilerin hadisten anladığını özet olarak verilirse bunlar: 1- Bu hadis Ehl-i Beyt'in masum olduğuna, 2- Ehl-i Beyt'in Kur'an'dan ayrılmazlığına delalet eder. Kur'an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt birbirinin ayrılmaz mülazımıdırlar. Çünkii Hz. Peygamber ashabına ikisini birden vasiyet etmiştir. Kur’an, Allah kelamıdır, hatadan müstağnidir, yani masumdur. Öyleyse onun ayrılınaz bir parçası olan Ehl-i Beyt de masumdur. Böylece icma vaki olmuştur. Bunların her iki"sine birden tutunmak gerekir. Yalnız birisine tutunmak caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber, yalnız birine değil, ikisine birden sarılmayı emretmiştir. 3- Yine bu hadisten Ehl-i Beyt'in Kıyamet günune kadar Kur'anın yanında olduğu anlaşıldır. Zamanlar içerisinde' bu ikisinin bulunmadığı bir zaman yoktur(UsUlü 'I-Amme Li’l-Fıkhi’l-Mukarin s. 167) Bu hadiste sadece Allah’ın kitabına ittiba etmeye dair emir vardır. Bu, bundan daha önce, veda haccından da haccında da tavsiye edilmiştir. Aynı zamanda “Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Selem “itreti” (Ehli beyti) ne ittiba etmeye dair haber vermemiştir. Ancak şöyle buyurmuştur; “Ben Ehli Beytim hususnda Allah’ı size hatırlatıyorum” Dolayısıyla ümmetin’in onları hatırlaması bundan önce kendileri hususunda verilen bir emri hatırlama manasına gelmektedir. Bu emir de (örneğin) onlara tanınan hakları kendilerine verilmesi ve onlara zulüm yapmaktan kaçınılmasıdır. Bu ise “Gadir Hum” dan önce açıklanmış bir emirdir. Bundan da anlaşılıyor ki “Gadir Hum da” yeni bir şer’i hüküm hususunda herhangi bir emir söz konusu değildir ( Bu sadece daha önceki şeyleri bir hatırlatma babındandır). Dolayısıyla be Hz. Ali ne de başkasının halifeliği veya başka br durumu hakkında yeni bir şey yoktur.” Burada şunu da unutmamak lazımdır ki, Zeyd b. Erkam vefat ettiği zaman. (68/687) islam dünyasındaki siyasi hava oldukça karışık idi. Hilafet meseleleriyle ilgili olarak çeşitli görüşler ortaya atılıyordu. Ali ile ilgili olarak bir çok hadisin uydurulması da bu dönemlerde başlamış bulunuyordu. Böyle bir ortamda ravinin daha açıklayıcı sorularla duruma açıklık kazandırması çok daha iyi olurdu. Öyle anlaşılıyor ki, o günün. müslümanları höyle hir hadiste peygamberimizin hilafet konusunda Ali yi işaret ettiğini anlamamışlardı. Eğer öyle bir işaret olsaydı şüphesiz ki bu konu muallâkta bırakılmaz açıklanırdı. Ançak söz konusu hadisin şerhinde Ehl-i Beyt tabirinin Hz. Peygamber'in zeveclerine de şamil olduğunu heyan ettikten sonra" (aslında Ehl-i Beyt onlardır. Ali ve Fatıma nın evi ayrıdır). Kuran'a sarılmak, onunla amel etmek, emirlerine uymak, nehiyIerinden kaçınmaktır. Ehl.i Beyt'e sarılmak da onları sevmek, rivayetleri ile amel etmek ve onların yolundan gitmektir. Gerek Muslim’in naklettiği hadiste “Haklarının korunması” emredilen, gerekse Tırmızi’nin naklettiği hadiste “ittiba edilmeleri” emredilen “ehli beyt” ten maksad, şiilerin iddia ettiği gibi Sadece Hz. Ali ve evlatları değildir Bilakis sahabi Zeyd bin Erkam’ın da tarif ettiği gibi “Ehli Beyt’ten maksat Ali’nin, Akil’in Cafer’in ve Abbas’ın yakılarıdır. Bir Sahabi’nin, hadise verdiği mananın, en sahih manalardan olduğu ulema arasında sabit bir kaidedir. Ayrıca “İtret” den maksat da budur. “Sıhah” ve “Kamus” da şöyle geçiyor: Kişinin “itreti” onun nesli ve yakın akrabalarıdır. Yine “Esasül Belağa” de şöyle deniyor: “Kişinin itreti, onun yakınlarıdır. Bunlar da, evlatları, evlatlarının evlatları ve yakın amca çocuklarıdır.” Yukarıdaki izahlardan ortaya çıkıyor ki şiacıların, Ayet ve hadislerde geçen “Ehli Beyt” ifadesinden, Peygamber’in sav. umûm yakın akrabaları ve hanımları değil de, sadece Ali, Fatıma, Hasan ve hüseyin’i kast etmeleri, onların kendi heveslerine uygun manalar çıkarmak için kelimeleri asıl manalarından başka yöne kaydırmaktan kaynaklanıyor. Sakaleyn hadisinin daha meşhur olan bir başka rivayetinde, Müslümanların tutunmaları gereken şeyin "Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın Sünnetiolduğu belirtilmektedir. (ibn Hişam; es-Sıretü'n-Nebeviyye 4/251. ) Şiacılar Hz Ali nin hilafetine ilişkin gösterdikleri bir başka delil de Aszap 33 “Ey Ehl-i Beyt = Peygamber ailesi! Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb: 33/33) bu ayetin gelmesinden sonraki Ahmed b. Hanbel Müsned'inde rivayet ettiğine göre, Vasile b. el-Eska' şöyle diyor: Ali'yi evinden sordum. Fâtıma: “Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) gitti,” dedi. Bir de baktım ki ikisi beraber geldiler. Onlarla beraber eve girdim. Rasulullah, Ali'yi sağ, Fâtıma'yı sol tarafına oturttu. Hasan ve Hüseyni de kucağına aldı. Sonra onları elbisesiyle örttü ve: “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sırf günahı gidermek ve sizi; tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzap: 33/33) mealindeki ayeti okuyarak: “Allah'ım! Bunlar benim ehlimdir” buyurdu. (Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed: 1/331) Ümmü Seleme'den rivayet edilen benzer bir hadisin sonunda: “Muhakkak sen (Ümmü Seleme) bana daha hayırlısın.” ifadesi vardır. Şiacılar bu ayeti şöyle yorumlamaktadırlar; Bu ayette masumiyete dair delil vardır. Üstelik “İnnemâ” ((Muhakkak), lafzı ve haberin başındaki “Lam” harfi de bu mânâyı kuvvetlendiriyor. Onlardan başkaları masum olmadığına göre İmamet Ali'nin (r.a.) hakkı olur. Hatta Ali (r.a.) şöyle diyordu: “Benim imametle olan münasebetim değirmen iği'nin değirmen taşıyla olan münasebeti gibi olduğunu bilmesine rağmen, İbn-i Kuhfe ((Ebu Bekir (r.a.)) imamet gömleğini zorla giymiştir.” Allah (c.c.) günahı Ehl-i Beytten nefyettiğine göre Ali (r.a.) sâdıktır, demektir.” Söz konusu hadiste onların ma'sum ve imam olduklarına dair hiç bir delalet yoktur. Ahzap 33. ayete gelince ; Allah'u Teala'nın: “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sırf günahı gidermek ister ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab: 33/33); “Allah size bir güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister; tâ ki şükredesiniz.” (Mâide: 5/6), “Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez” (Bakara: 2/185), “Allah sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek ister.” (Nisa: 4/26) mealindeki âyetleri ise O'nun bu istikametteki İrade, Muhabbet ve Rızasına tazammun eder. Âyetler, Cenab-ı Allah (c.c.)'ın bunları yarattığını ve halen onlarda mevcud olduklarını ifade etmiyorlar. Hatta âyetin nüzulünden sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Allah'ım! Bunlar benim ehl-i beytimdir. Onları günahtan arındır” buyurmuşlardır. (Tirmizi Menakıb: 60, Ahmed: 1/331) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasıyla günahlarını affedilmesini talep etmiştir. Eğer âyet bunun vukuunu bildirseydi, duaya ihtiyaç kalmazdı. Böyle anlamak kaderiyecilere göredir. Rafizilere göre de Allah (c.c.)'ın iradesi, istenilen şeyi tazammun etmez. Aksine Allah, bazan olmayacak şeyi istediği gibi, bazen da istemediği şey olur. Ama ehli sünnet inancına göre irade ikiye ayrılır: Birincisi: Şer'î iradedir. Bu irade Allah (c.c.)'ın muhabbet ve rızasını kapsar. Ayetlerde beyan edildiği gibi. İkincisi: Kevnî ve kaderi iradedir. Bu da, Allah (c.c.)'ın yaratma ve takdirini içine alır. “Eğer Allah, sizi saptırmayı murad ediyorsa...” (Hud: 11/34), “Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır...” (En'âm: 6/125) âyetleri bu mânâyı ifade ederler. Ahzab otuzüçüncü âyeti ma'sumiyet için delil ise, bu âyette Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevceleri de vardır. Hatta âyet onlarla başlamış ve onlarla sona ermiştir. Buna rağmen günahtan arındırma meselesi yalnız Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ezvâcına mahsus bir halet olmayıp bütün ehl-i beyti ilgilendirir. Fakat Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin diğerlerine nazaran hususilik arzettikleri için Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onları duasında tahsis etmiştir. Sahih bir hadiste sabit olmuştur ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyetine rahmet eyle” buyurmuşlardır. Biz de farzedelim ki ayet onların temiz olduklarına (manen) delalet ediyor. Peki onların ma'sumiyetlerini ve hata ile unutkanlığın onlardan meydana gelmiyeceğini gerektiren âmil nedir? Aslında âyet şuna delalet eder: Allah (c.c.), Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcelerine emrettiği hususlarda onların hata işlememelerini istiyor. Âyetin akışından da Allah (c.c.)'ın onları kötülüklerden temizlediği anlaşılıyor. Biz de inanıyoruz ki Allah (c.c.), O yüce ezvac-ı tahireden her türlü şirk ve kötülüğü gidermiş ve onları tertemiz kılmıştır. Ama hiçbir zaman Takva sahibi için küçük günahın meydana gelmemesi ve o sebeble de tevbe etmemesi gibi bir şart yoktur. Böyle bir şart olsaydı Muhammed ümmetinde muttakî (Takva sahibi) diye hiç kimseden bahsedilemezdi. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Onların mallarından bir zekât al ki, onunla kendilerini temize çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın.” (Tevbe: 9/103) Görülüyor ki, mü'minlerin mallarından zekât almak, onların günahlardan arınmalarına vesile oluyor. Çünkü zekât insanların kiridir. (Yani mü'minlerin arınmalarını temin eder, yoksa zekât kirdir, alınmamalı diye bir mana çıkmaz.) Hülâsa; âyette sözkonusu olan ve Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) onunla dua ettiği Tathir (arındırma) ittifak ile masumiyet manasında değildir. Hülasa Şiiler “Ali hilâfeti istemiştir. Ma'nen temiz olduğu da sabit olduğuna göre, talebinde sâdıktır.” deselerde Ali'nin (r.a.) ilk halife seçimine hilafeti istediğine dair ileri sürülen iddiaya asla doğru değil. Aksine Osman (r.a.) şehid edildikten sonra hilafeti istediğini biliniyor. Ali (r.a.) kalben istemişse de, hiç bir zaman “İmam benim, ben ma'sum'um, Rasulullah kendisinden sonra beni imam yaptı, halkın bana ittiba etmesi vaciptir” gibi sözleri söylememiştir.
ALINTI

Ekleme Tarihi: 17.02.2010 - 23:47
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1285 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
SaYaCGIN (48), AnneminSariGülü.. (34), kotza1 (55), keremcik (52), fatih GUNES (49), muhsin p.o. (52), tuva (42), Dostluklar_Baki (39), meydan26 (50), mehlika akasya (45), panter32 (50), NÖBETCI (47), baranbari (49), friendsofmehdi (39), tatar_salih (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.80125 saniyede açıldı