0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » BÜYÜK ŞAHSİYETLER » USTAD BEDİUZZAMAN SAİDİ NURSİ HAZRETLERİ

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 6 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
USTAD BEDİUZZAMAN SAİDİ NURSİ HAZRETLERİ

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ
Rumî 1293 (M.1873) tarihinde Bitlis vilâyetine bağlı Hîzan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye'dir. Dokuz yaşına kadar peder ve validesinin yanında kaldı.
Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kabiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal şartlarda yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli bir tahsil hayatı ile değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman", yani "çağın eşsiz güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır.


Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arzetmektedir:


Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van'daki ikameti İstanbul'a gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya'daki esareti, İstanbul'da Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azalığında bulunuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul'daki hizmeti, Ankara'ya gelerek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van'a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi; herbiri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur'an hizmeti itibarıyla ikinci safha hayatının mukaddemesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır. İkincisi: Van'da inzivada iken Garb'a nefyedilip Isparta'nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki; Risale-i Nur'un zuhuru ve intişarıdır. Azamî ihlas, azamî fedakârlık azamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur'la giriştiği hizmet-i imaniye ve manevi cihad-ı diniyedir.


Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî neticesinde İmparatorluğumuzun inkıraz bulmasıyla insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi mahveden ve semavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını istila ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve manevi tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir Kur'ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyet'e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.


Molla Said, Şarkın büyük ulemâ ve meşayihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tagî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin her birisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ulemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.


Van'da maruf ulemâ bulunmadığından, Hasan Paşa'nın daveti üzerine Molla Said, Van'a gitti. Van'da onbeş sene kalarak, aşâirin irşadı için aralarında seyahatla tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van'da bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilat ederek bu asırda yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâm'ın İslâm dini hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür...


Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir.


Molla Said Van'da bulunduğu zamanlarda bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu...


Kat'iyyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek... daima mücerred kalmak ve dünyada bir şeyle alâka peyda etmemek... Bunun içindir ki: "Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim" demiştir. Bu halin sebebi sorulunca: "Bir zaman gelecek herkes benim halime gıbta edecektir. Saniyen; mal ve servet bana lezzet vermiyor, dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum." derdi.


Bediüzzaman, Van'daki ikameti esnasında Âlem-i İslâm'ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi: İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı elinde Kur'an-ı Kerim'i göstererek söylediği bir nutukta:


Bu Kur'an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'an'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'an'dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.


İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman'ın bu havadis üzerine: "Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.


Bediüzzaman, Şarkî Anadolu'da "Medresetüzzehra" namında bir dâr-ül fünun açmak, ya Van'da veyahut da Diyarbakır'da dâr-ül fünun derecesinde bir medrese te'sisine çalışmak için İstanbul'a geldi.


İstanbul'daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi:

"Burada her müşkil halledilir, her suale cevab verilir. Fakat sual sorulmaz."


İstanbul'da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâistisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve "Bediüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir "nâdire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı.


Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahid Efendi İstânbul'a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbııl ulemâsı, Şeyh Bahid'den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii'nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, yanında ülema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben:


"Avrupa ve Osmanlılar hâkkındâ ne diyorsunuz, fikriniz nedir?" der.


Şeyh Bahid Efendi'nin bu sualden maksadı; Bediüzzaman'ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:


"Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."


Bu cevaba karşı Şeyh Bahid Hazretleri:


-Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır, demiştir."


Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur.


Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: "Sen de şeriat istemişsin?.."


Bediüzzaman cevap verir: "Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!"


Bediüzzaman'ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmiyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet'e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde: "Zâlimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!" nidalarıyla ilerlemiştir.


Bediüzzaman'ın bu mahkemedeki uzun müdafaasından iki parça:


Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette laubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki; o "saadet-saray-ı medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel; Vilâyat-ı Şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu'nun dağlarında tam mânasıyla hükümfermâdır...


Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de hayata adavet ediyor... Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun!.. Yaşasın mevt!.. Zâlimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.


Bundan sonra İstanbul'da fazla kalmaz, Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılır.


"Van'a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevab halinde, "Münâzarat" isimli bir kitab neşretmiştir."


Sonra Van'dan Şam'a gider. Şam ulemâsının ilhahı ve ısrarı üzerine, Câmi-ül Emevî'de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm bir cemaata karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Bilahare buradaki hutbesi, "Hutbe-i Şâmiye" namıyla tabedilmiştir.


Şam'da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu'da Medreset-üz Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul'a geldi. Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahatı münasebetiyle, Vilâyât-ı Şarkiye namına refakat etti.


O vakit Kosova'da, büyük bir İslâm dârülfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad'a der ki:


"Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve Âlem-i İslâm'ın merkezi hükmündedir." Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını va'dederler. Bilahare Balkan Harbi çıkmasıyla o medrese yeri, yâni Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova'daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için verilmesini taleb eder, bu talebi kabul edilir.


Bediüzzaman tekrar Van'a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit'te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumî'nin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said talebelerine: "Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felaket bize yaklaşıyor" diye haber vermişti.


Birinci Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olarak büyük fedakârlıklar Gösteren "Bediüzzaman, Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal'asında şehid oluncaya kadar müdafaaya kat'î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Bey'in ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van'dan kaçan ahalinin mal ve çoluk-çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu.


Böylelikle Vastan'ın Rus istilasından kurtulmasına sebeb olmuştur.


O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile "İşârât-ül İ'caz" namındaki tefsirini te'lif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârât-ül-İ'caz'ın büyük bir kısmı bu vaziyette te'lif edilmiştir.


Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı.


Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, "Aman geri çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman, demiş:


-Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...


Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler, arkadaşlarının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir halde, otuzüç saat su ve çamur içinde kalır.


Lâtif bir inayet-i İlahiyedir ki; otuzüç saat onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedâilere hitaben:


-Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler:


-Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehid olursak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma'ya sevkederler.


Bediüzzaman'ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:


Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der: "Beni herhalde tanımadılar?"


Bediüzzaman: "Tanıyorum, Nikola Nikolaviç'tir."


Kumandan: "Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar."


Bediüzzaman: "Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk'ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem." der.


Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zâbit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.


Fakat Bediüzzaman: "Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir."deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.


Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman'dan özür dileyip:


-O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz, diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.


Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır.


"Nihayet esaretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varşova'ya gelmeye muvaffak olur. Bilahare Viyana tarikiyle 1334 senesinde İstanbul'a teşrif eder.


İstanbul'da Dârülhikmet'te bulunduğu zaman, Sünuhat Risalesinde yazdığı gayet acib bir vâkıa-i ruhaniye:


Rüyada Bir Hitabe:


1335 senesi Eylülünde, dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile, bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi: "Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor."


Gittim gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihînden ve a'sarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum.


Onlardan bir zat dedi ki: "Ey felaket helaket asrının adamı! Senin de bir reyin var, fıkrini beyan et."


Ayakta durup dedim: "Sorun, cevab vereyim."


Biri dedi: "Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?"


Dedim: Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felaket olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i'la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felaketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz'î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.


Birden meclis tarafından denildi: İzah et!


Dedim: Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galib olsa idik, hasmımız düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı Âlem-i İslâma münafı, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına tabiatına muhalif bir yola sürecek idik.


Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya'da deruhde edecek idik.


Meclisten biri dedi: Neden Şeriat şu medeniyeti reddediyor? (*)

[(*) : Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları o sefahetleri mehasin zannedip taklid edip malımızı harab ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yeyip o günahkâr medeniyeti zir ü zeber edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah istikbaldeki İslamiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizliyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek.]


Dedim: Çünki beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe'ni, tecavüzdür. Hedef i kasdı, menfaattır. O ise şe'ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. 0 ise şe'ni, tenazu'dur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise şe'ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe'ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır. Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beynebeyne (ikisi ortası) bırakmış. Saadet odur ki: Külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur'an ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zarııriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y masrafa kâfı gelmediğinden hileye harama sevketmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev'e verdiği servet haşmete bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir. Kurun-u Ulânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!


Âlem-i İslâm'ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cay-i dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel' olunmaz, tabi olmaz... Bir asıldan tev'em (ikiz) olarak neş'et eden eski Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a'sar (asırlar), medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, adeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz...


Dediler: Şeriat-ı Garra'daki medeniyet nasıldır?


Dedim: Şeriat-ı Ahmediye'nin (A.S.M) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine müsbet esaslar vaz'eder. İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe'ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfidir ki, şe'ni samimi uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü'dür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.


Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksanbeştir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır. Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese "Öl!", diğeri diyecek "Diril!". Birinin menfaatı, zarar - ihtilaf - tedenni - za'fuyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi ittihadımızı bizzarure iktiza eder.


Şark husumeti, İslâm inkişafinı boğuyordu; zail oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslâm'ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, baki kalmalı.


Birden o meclisden tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: "Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır!..."


Tekrar biri sordu: Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i amme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?
Ekleme Tarihi: 31.07.2005 - 19:12
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
mimli uye su an offline mimli uye  
Ne zman uyanacağız ?

206 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 01.06.2005
En Son On: 24.08.2005 - 16:21
Cinsiyeti: Erkek 
Kurulup yolların başına ne tuzaklar duruyor,
Bir insan uğruna Ya Rab ! Ne güneşler batıyor ?


:(


Bu mesaj 1 kez ve en son mimli uye tarafından 31.07.2005 - 20:27 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 31.07.2005 - 20:27
Bu mesajı bildir   mimli uye üyenin diğer mesajları mimli uye`in Profili mimli uye Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
aledingildoni su an offline aledingildoni  

28 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 21.07.2005
En Son On: 06.08.2005 - 17:49
Cinsiyeti: ----- 
Su adamin adini dogru duzgun yazin bea.
Ya Said Nursi yazacaksin
ya da Said-i Nurs.

Said-i Nursi yazarsan seni goren arap olur harap.
Ekleme Tarihi: 31.07.2005 - 23:58
Bu mesajı bildir   aledingildoni üyenin diğer mesajları aledingildoni`in Profili aledingildoni Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Begum su an offline Begum  
S.a

621 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 25.05.2003
En Son On: 10.10.2012 - 19:34
Cinsiyeti: Bayan 
"Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."

Ne güzel söylemis:(ağlar
Ruh-u sad olsun!
Ekleme Tarihi: 04.08.2005 - 19:08
Bu mesajı bildir   Begum üyenin diğer mesajları Begum`in Profili Begum Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Devadam su an offline Devadam  
Themenicon    Hüdabin

326 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 15.10.2003
En Son On: 07.11.2005 - 06:47
Cinsiyeti: Erkek 
"Zahirde (görünüşte) zulüm olabilir fakat hakikatte adalet tecelli eder."
"Kadere iman eden kederden emin olur."
"Ey nefisperest nefsim..."


Şu sıkıntı ve günahlarla dolu ahirzamanda yolunu şaşıran biz gafil kulları Kur'an ve sünnetin nurlu yoluna çağıran ve hikmetli sözlerle gönülleri mest eden üstadımız efendimiz Bediüzzaman Said Nursi'yi Cenab-ı Allah cennette yüksek mertebelere nail etsin.
Ekleme Tarihi: 05.08.2005 - 08:29
Bu mesajı bildir   Devadam üyenin diğer mesajları Devadam`in Profili Devadam Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
KARASEVDALI su an offline KARASEVDALI  
BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM

70 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 12.02.2005
En Son On: 25.04.2007 - 21:24
Cinsiyeti: Erkek 
Selam aleykum kardesler !Allah Razı Olsun senden muhammed_yusa...Anlatdigin icin Allah Razı Olsun


gül gül gül
Ekleme Tarihi: 08.08.2005 - 00:04
Bu mesajı bildir   KARASEVDALI üyenin diğer mesajları KARASEVDALI`in Profili KARASEVDALI Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1265 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
SaYaCGIN (48), AnneminSariGülü.. (34), kotza1 (55), keremcik (52), fatih GUNES (49), muhsin p.o. (52), tuva (42), Dostluklar_Baki (39), meydan26 (50), mehlika akasya (45), panter32 (50), NÖBETCI (47), baranbari (49), friendsofmehdi (39), tatar_salih (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.60121 saniyede açıldı