0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » SERBEST KÜRSÜ » Avrupa tarihinin 10 büyük yalanı

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
Avrupa tarihinin 10 büyük yalanı

Moderator
4254 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 04.06.2007
En Son On: 30.07.2020 - 23:50
Cinsiyeti: Erkek 
Avrupa tarihinin 10 büyük yalanı

Cemil Meriç, “Kartaça’nın tarihini Roma’dan dinledik” diye yazmıştı. Roma karşısında mağlup olan ve bütün izleri silinen bu Afrikalı devlet, tarihini anlatacak bir Kartacali çıkıncaya kadar sessizliğini koruyacak muhtemelen. Avrupa’nın Kartaca’sı olan Osmanlı tarihini de Avrupa merkezli bir bakışla okuyup okutmuyor muyuz? Biz de Osmanlı’nın tarihini Avrupa’dan dinleyenler safında değil miyiz? Osmanlı tarihini ‘Viyana’ya gittik, Viyana’dan donduk’ şablonuna sıkıştırarak anlatma hastalığımızdan belli değil mi bu? Niye Tebriz’e, Aden’e, dünyanın bir ucundaki Hindistan’ın Goa limanına kadar gittik demiyoruz da, Viyana’ya gitmeyi bu kadar önemsiyoruz? Üstelik Viyana’nın İstanbul’dan mesafesinin sadece 956 kilometre olduğunu bile bile söylüyoruz bunları (oysa Osmanlıların fethettikleri Bağdat’ın İstanbul’a olan mesafesi 1,334, Kirmansah’inki ise 1,579 kilometredir). Daha Yemen’i dâhil etmiyorum listeye, çünkü olcum aletlerimizi maazallah patlatabilir.
--Tarihimizle ilgili bilgilerimizde Avrupa bu denli sabit, değişmez bir olcu ise, bizzat Avrupa tarihiyle ilgili bilgilerimizde bu haydi haydi böyledir. Bu yazıda Avrupa’nın kendisi hakkında uydurduğu, sonra da beyinlerimize yerleştirdiği 10 yalana eğilecek ve onların gözlerimize serap serpen kuyu başlarında beliren saflığımıza beraberce güleceğiz. Buyurun.
1. Yunan mucizesi yalanı
Antik Yunanlıların insanlık tarihinde eşsiz bir mucize gerçekleştirdikleri tezi, kendi karanlık dünyasına fener tutmak için çırpınan Avrupalı aydınlar için afyon etkisi yapmış ve bu efsaneye can simidi gibi yapışmışlardır.
Neden?
Çünkü Rönesans yıllarında Avrupalılar ele gelir neleri varsa bunları Müslümanlardan aldıklarını biliyor ve Müslümanlar karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden kurtulabilmek için onların haricinde bir tutamak arıyorlardı.
İşte sözde Yunan mucizesi, bu iflah olmaz hastalığa bir tur sahte deva olarak sunulmuştu. Nitekim bu tez, hiçbir işe yaramadıysa bile Yunan halkının Osmanlı bünyesinden koparılması için Avrupa çapında bir heyecan dalgasına yol açtı ve bağımsız bir Yunan devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Oysa ne o gün Yunanistan’da yaşayanlar Eflatun ve Aristo’nun torunlarıydı, ne de ortada herhangi bir mucize vardı. Üstelik Martin Bernal’in “Black Athena” adli 4 ciltlik çalışmasında yetkinlikle ortaya çıkarttığı gibi, “Yunan mucizesi” diye bilinen uygarlığı kuranlar Yunanlılar değil, siyah derili Afrikalılardı, yani Fenikeliler ve Mısırlılar! Velhasıl Yunan mucizesi tezi, Romantiklerin icat ettikleri bir yalanı pazarlama çabasından başka bir şey değildi.
2. Magna Carta yalanı
Hangi aklı evvelin kitabını açsanız, dünyada demokrasinin ve anayasa hukukunun başlangıcı olarak İngiltere Kralı I. John’un yetkilerini kısıtlayan Magna Carta adlı belgeyi önünüze sürerler. ‘Adamlar daha Selçuklular devrinde demokrasinin temellerini atmışlar kardeşim’ yollu konuşmalara siz de sık sık rastlamış olmalısınız. Oysa çok özel bir durumdan neşet eden bu belgenin o günkü İngiltere tarihi için dahi “gerici” bir belge olduğunu bilmek önemlidir.
Bakın neden?
Bir kere 1215 yılında imzalandığı bilinen Magna Carta’nın kral tarafından imzalanan orijinali değil de, kopyaları elimizdedir. İkincisi, bu belge ilerici değil, düpedüz gerici bir belgedir, çünkü Kral, feodal beylere, baronlara yeni vergiler yüklemek istiyor ve merkezî hükümetin gelirlerini arttırmaya uğraşıyordu; baronlar ise tam tersine, eski düzendeki vergilerin aynen devamı için bastırıyorlardı. İşte krala imzalatılan belge, feodal ayrıcalıkların yeniden tanınmasını getiriyordu, kaldırılmasını değil. Yani ileriye gidisi değil, eskiye dönüşü amaçlıyordu.
Ancak tarihte yapılan bazı hareketlerin amaçlanmamış sonuçlar doğurması nadir rastlanan bir durum değildir. İşte Magna Carta’yı imzalatanların başına gelen de bu oldu. Onlar feodal sisteme dönülmesi için uğraş verirken, sonraki kralların, çözümü feodal düzenin dışında aramalarına yol açmış, böylece tahkim edeyim derken feodal düzenin yıkılmasını kolaylaştırmışlardı. Bu sebepledir ki, Kral I. John üzerinde uzmanlaşan Johns Hopkins Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Sydney Painter, açıkça “Magna Carta’da demokrasi yoktur” diyebilmektedir. Çünkü bu belge, İngiliz feodalizminin resmi beyanlarından biridir sadece. Painter’in altını çizdiği bir başka husus ise bu feodal geleneğin modern demokrasilerimizde yasamaya devam ettiğidir! (1808 Sened-i İttifak’ını Magna Carta’nın geç bir yansıması olarak gösterenlerin ‘gözüne gözlük’ diyelim mi?) Yani aslında feodal düzen yıkılmadı, ruhu modern demokrasilere geçmiş oldu sadece.
3. Rönesans yalanı
“Rönesans” (Renaissance) kelime anlamı itibariyle ‘yeniden doğuş’ demek. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından aydınlık kabul ettikleri kendi cağlarını karanlık Ortaçağ’dan ayırt etmek üzere icat edilen “Rönesans” terimi, nedense fazlasıyla ciddiye alınmış ve sanki tarihte böyle bağımsız bir dönem yasanmış gibi gösterilmiştir. Oysa tarihte Rönesans’ı meydana getiren ustaların yaşadığı ve eserlerini ortaya koydukları bir zaman diliminden söz edebilmekle birlikte, öyle planlı programlı, tasarlanmış, başı ve sonu belli bir donemi kesinlikle göremeyiz.
İnsanın otoriteleri sorgulamaya başladığı dönem olarak yüceltilen Rönesans’ın kendisi nedense sorgulanmaz, kutsal bir inek gibi çevremizde döner durur. Oysa Lyon Thorndike adli uzman, daha 1943 yılında şunları soyluyordu: “Hiç kimse Rönesans’ın ayrı bir dönem olarak varlığını ispatlayamadı; hatta bunu yapmak için caba da göstermedi.” Yani Rönesans’ın Orta Cağlardan nasıl ayırt edilebileceğini bilmediğimiz halde Rönesans’ın varlığı hakkında kesin bir dille konuşabiliyoruz.
İşte günümüzün en önde gelen Rönesans uzmanlarından Peter Buke, dikkatimizi Rönesans’ın Latin ve Yunan kaynaklarına, yani binlerce yıl öncesine bir ‘geri dönüş’ hareketi olduğu noktasına çeker. Yani Rönesans aydınları, aslında ilerici değil, gericidir. Nitekim genellikle Rönesans’ın hümanist yazarları arasında zikredilen Montaigne, bazı bakımlardan Rönesans aleyhtarı değil midir?
4. Amerika’nın keşfi yalanı
Avrupa’nın aslında epeyce geç kalmış “kesifler cağı”, Kristof Kolomb’un Hindistan’a gitmek için yola çıkıp tesadüfen Amerika’yı keşfetmesiyle başlatılır ve amacı, dünyayı tanımak ve dışa açılmak gibi masum sebeplerle açıklanır. Oysa gemide tuttuğu seyir defterinden gerçek niyetini öğrenmek mümkündür Kolomb’un: Tutsak aldığı yerlileri çalıştırarak elde edeceği altın ve gümüşleri gemilerle Portekiz’e getirmek ve “kâfirlerin, yani Müslümanların elindeki kutsal toprakları ele geçirmek. Bunu bir Haçlı seferiyle gerçekleştirmeyi düşlüyordu masum kâşifimiz. Kolomb’un, Müslümanların bulunduğu ülkelerin doğusunda bulunan efsanevî Hıristiyan Kral Prester John’un yardımını sağlamak ve böylece bir sandviç harekâtıyla İslam tehdidini bertaraf etmek üzere Hindistan’a gittiğini de okuyunca mesele iyice çetrefilleşiyor.
Bu yalanın bir başka boyutu da su: 1492, Amerika’nın kesif tarihi değil, sonradan “Amerika” adi verilen toprakların işgal tarihidir. Zira Amerika, Kolomb’dan yüzyıllar önce Vikingler tarafından keşfedilmiş, bazı Müslüman gemiciler Güney Amerika’ya gidip gelmiş, nihayet son ortaya atılan iddiaya göre ise Cinli bir Müslüman olan Zeng He, bu defa Cin’den yola çıkarak Amerika’ya ulaşmıştır. Velhasıl Kristof Kolomb, Amerika’nın ilk değil, son kâşifidir.
5. Bilimsel devrim yalanı
Bazı yalanlar tekrarlana tekrarlana apaçık doğrular katına çıkabiliyor. “Bilimsel devrim” terimi ilk kez 1939’da ortaya atılıyor. Yine de onu bir kitabin kapağında görmek için 15 yılın geçmesi gerekecektir. Hepi topu 50 yıllık bir ömrü bulunan bu terimin dimağımızı böylesine felç etmesi de gösteriyor ki, bir buyuculuk olayıyla karşı karşıyayız. Tek farkı, büyünün bilimsel bir kılıkla yapılıyor olması.
California Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Steven Shapin, “Bilimsel Devrim” adli kitabına bu yalanın tarihini yazmakla başlıyor. Shapin’e göre “bilim” ve “bilim adamı” terimleri ancak 19. yüzyılda kullanıma girmiş olup 20. yüzyıl başlarına kadar da yaygınlaşmamıştır. Yani bilimin kamuoyu nezdinde bugünkü değerini kazanması, dun denilecek kadar yeni olaydır. Dolayısıyla hem Avrupa, hem de Osmanlı tarihine, bilimin bugün kazanmış olduğu yeni çerçeveden bakarsak fena halde çuvallarız.
Bugün ‘bilimsel devrim’ denilince akan sular durur. Birisi Kopernik, Galile ve Newton’dan söz etti miydi, ayet duymuşçasına sessizliğe bürünür cehreler. Dudaklar bükülür, anlamlı anlamlı kafalar sallanır, ‘Elin adamı neler yapmış bizimkiler uyurken’ nutuklarına sığınılır. Oysa meselenin ic yüzü hiç de öyle değildir.
Mesela Newton’un yaşadığı devirde Cambridge Üniversitesi’nin hali niceydi, biliyor muyuz? Okuyacak öğrenci bulamayan üniversite, öğrenci çekebilmek için indirim üstüne indirim yapıyor, hocalar okulu cazip hale getirebilmek için bırakın sınıfta bırakmayı, talebeye sınıf atlatıyorlardı, sınıf! Üstelik ayni zamanda bir ilahiyatçı da olan Newton, buluşlarının bilimsel sonuçlarından çok, kafasındaki din kavramı acısından taşıdığı anlamla ilgileniyor, Hıristiyanlığın dünyaya nasıl yeniden hâkim olacağını tahmine çalışıyordu. Bunun için ayrı bir kitap bile yazdığını biliyoruz. Üstelik zat-i devletleri, büyücülükle de iştigal ederdi. Hatta bu yüzden adı, çağdaşları arasında “son büyücüye dahi çıkmıştır.
Daha ‘bilimsel devrim’in Müslümanlardan çalınan bilgilerle yapıldığı üzerinde durmadık. Galile’ye ‘süredurum ilkesi’ni ilham veren Nasiruddin Tusi’nin 13. yüzyıldaki bulusundan haberimiz yoksa saf saf Avrupa’daki bilimsel devrim yalanına inanmaya devam ederiz elbette.
6. Sanayi devrimi yalanı
Bir “sanayi devrimi” lafıdır gidiyor. Orta mali siyasetçisinden mahalle mektebi seviyesine inmiş bazı üniversitelerin hocalarına kadar yığınla insan, sorgu sual etmeden, ‘Eller aya, biz yaya’ teranesini tutturmuş, Avrupa’nın sanayi devrimini gerçekleştirdiğini, bizimse bu ‘evrensel gelişme’yi ıskalayıp çağdaşlık trenini kaçırdığımızı tekrarlıyorlar.
Nasıl “bilimsel devrim”, tarihçilerin, seçtikleri bir zaman dilimine yüzyıllar sonra yapıştırdıkları bir yafta ise, “sanayi devrimi” de 19. yüzyılın ortalarına doğru coşkuyla keşfedilmiş ve bu yüzden bazı özellikleri abartılmış jenerik bir terimdir. Filmin jeneriği, filmin kendisi olabilir mi?
Sanki Sanayi Devrimi bütün Avrupa’da ayni anda olmuş bitmiş bir olay gibi sunulur bize. Hâlbuki İngiltere’de giderek hızlanan ve istikrarlı bir tarzda gelişen sanayileşme, Fransa’da ağır aksak ilerlemiş ve büyük ölçüde İngilizleri taklit etmiştir. İngiltere’ye adamlar yollanmış ve hem makine, hem de isçi getirtilmiştir. Böylece Fransa için bir Sanayi Devrimi’nden değil, olsa olsa İngiliz makine sisteminin girişinden söz edebiliriz.
Bilimsel buluşların Sanayi Devrimi’ni hazırladığı iddia ediliyor. Hiç alakası yoktur. Mesela buhar gücüyle çalışan makineyi tasarlayan James Watt bilim adamı değil, amatör bir mucitti. Çelik sanayinin babası kabul edilen John Wilkinson bir işadamıydı. Tekstil dokuma tekniğinde çığır açan iplik eğirme makinesi tasarımını başkasından araklayan Samuel Arkwright, inanmayacaksınız belki ama bir berberdi!
Başka kuşkular da var. Mesela “Sanayi Devrimi’nde geçtiği ileri sürülen sahneler, ancak 70 yıl sonra yasanmış olabilir.” diyor Minnesota Üniversitesi’nden Herbert Heaton. Yani sonraki yıllarda cereyan etmiş olayları önce olmuş gibi gösterme numaraları da söz konusu. Düşünün bir, İngiltere’de 1830’larda bile pamuk isçilerinin sayısı, evlerde çalışan halayıkların sayısından azdı. 1850’de Yorkshire şehrinde yun eğirme isinin hâlâ elle yapıldığını gösteren kanıtlar mevcut. Hatta 1877’de, makinelerdeki kadar ucuza elle dokuma yapan bir imalatçı yaşıyordu İngiltere’de. Bu Fransa ve Almanya için haydi haydi böyleydi.
Sanayileşme sadece üretim artışıyla değerlendirilemez. Önemli olan hangi bedeller karşılığında başarıldığı değil midir? İngiltere’de uyuşturucu neden yaygındır bilir misiniz? Fabrikalarda gecen uzun gecelerde anneler bebeklerini uyutmak için afyon kullanıyorlardı da ondan. Tarih, ne yazık ki acımasızdır.
7. Galile’nin yargılanması
Bilim-din çatışması denilince ilk öne sürülen örnek, Galile’nin yargılanmasıdır. Kendilerinin “aydınlık” tarafta bulunduklarına adları gibi iman etmiş çevreler, “karanlık”ı temsil eden Ortaçağın ve Kilisenin baskı ve işkencelerine karşı direnen(!) bu soylu kahramana alkış tutarlar.
Oysa Galile’nin yargılanması diye bir olay cereyan etmemiştir. Afedersiniz, şöyle düzelteyim; yargılanmıştır ama bu, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir yargılamadır ve Galile’yi mahkûm etmek bir yana, onu muhtemel fanatik hücumlarından kurtarmak için düzenlenmiş bir mizansenden ibarettir. Kendisini yargılayan Kardinaller, Galile’nin okul arkadaşlarıydı. Unutmayalım ki Galile, kilisenin bünyesindeki bilim adamlarındandı. Nitekim Papa da eski bir arkadaşı oluyordu. Hatta iki kızını rahibe olmaları için manastıra kapatan da bilim güneşimiz Galile’den başkası değildi.
Üstelik Galile’nin yargilanis sebebi, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi gibi bilimsel düşünceleri değil, bağlı olduğu, bağlı olmak ne kelime, bizzat içinde bulunduğu Katolik Kilisesi’ne itaatsızlığıdır; yani kilise içi bir meseleyle karşı karşıyayız. Papa’ya, teorisini bir varsayım olarak sunacağına söz verdiği halde, bu sözünü tutmayan ve kitabini bildiği gibi bastıran Galile’nin arkadaşları tarafından gerçekleştirilen bir kurtarma operasyonudur yargılama. Anlayacağınız, Galile bahane, onun üzerinden dinin mutlaka bilime karşı olması gerekiyormuş gibi bir sözde gerçeklik üreterek nasiplenenler şahane!
8. Siyonizm yalanı
Yahudi meselesi, bir Avrupa sorunuydu; ama İslam âlemine fatura edildi. Avrupa, yüzyıllar boyu uğraştı durdu Yahudilerle. Şehrin içine bile almadı onları; mahallelerini yaktı, kovdu, dövdü, öldürdü, mallarını müsadere etti. Aynı dönemde ise İslam âleminde Yahudilerin keyiflerine diyecek yoktu.
Öte yandan Siyonizm’in babası Theodor Herzl’in II. Abdulhamid’e Avrupa’yı şikayet etmesi gerçekten tuhaftı. Bir Ortadoğu kavmi olan Yahudiler, kendilerini Avrupa’ya sürgün edilmiş gösterip yerlerine dönmek isterken, Abdulhamid onları Avrupa’nın kullandığını biliyordu. Nitekim tekliflerini reddedince haklılığı gün gibi ortaya çıktı; onu devirmekten tutun da Çanakkale’de bize karşı savaşmaya kadar pek çok komplo ve girişimin başında Siyonistler yer alacak, İngilizlerin yedek güçleri, daha doğrusu “Asya’ya karşı Avrupa kalesinin suru”, “barbarlığa karşı uygarlığın uçbeyleri” olarak harekete geçeceklerdi. Hâlâ da öyle değil mi?
Daha da acı olanı, “topraksız bir halk” dedikleri Yahudilere, “halksız bir toprak” olarak sundukları Filistin’in durumuydu. Milyonlarca Müslüman ve Hıristiyan Filistinli yaşamasına rağmen (nüfusun yüzde 95’ini oluşturuyorlardı), Filistin toprağı bos bir arazi olarak sunuldu dünyaya. Ancak simdi ayni trajedi, hem de kat be kat fazlasıyla Filistin halkı için geçerli, yani toprakları ellerinden alınmış durumda. Ne var ki, o hayırhah Avrupa’nın kılı kıpırdamıyor. Neden? Çünkü İsrail devleti, Ortadoğu üzerinden geçecek stratejik hammaddenin, yani petrolün kontrolü için gerekliydi ve bunun, Yahudi halkına insanî yardımla herhangi bir alakası yoktu.
9. Doğu despotizmi yalanı
17. yüzyıla kadar Cin, Hint ve İslam âlemlerine oranla epeyce geride bulunan Avrupa, kendisi haricindeki medeniyetlere bilinçli bir çamur atma stratejisini izledi. Ağır bir aşağılık kompleksi içindeydi. İste bu strateji doğrultusunda Doğu’nun despotik bir yönetimi olduğu tezi ortaya atıldı ve Marx’tan Weber’e, hatta bugünkü bazı akil danelerimize kadar pek çok kafayı iğfal etmeyi başardı.
Oysa Lucette Valensi gibi araştırmacıların da ortaya koyduğu gibi, bu, Avrupa zihniyetinin, gerisinde bulunduğu Doğu’yu gözden düşürme ve onun üzerinden kendi kimliğini üretme mücadelesinin bir parçasıydı. Ancak Voltaire ve Althusser gibi iki büyük düşünür bu yalanı yutmamış ve asil despotizmin Avrupa’da yaşandığını, Avrupalı düşünürlerin, kendi ülkelerindeki despotizmi, dışarıya yansıtarak, yani Doğu’yu istismar ederek okurlarına anlattıklarını, artik Osmanlı’nın yakasından düşme vaktinin geldiğini dile getirdiler. Ne ki, bu tatlı yalanın işittiği sıcak yataktan kalkmaya kimse razı değildi.
10. Batı’nın üstünlüğü yalanı
İktisat ilminin kurucularından Adam Smith, 1770’lerde Çin teknolojisinin Avrupa’dakinden ileri olduğunu itiraf ediyordu, biz ise 18. yüzyılda Avrupa’nın dünyanın en ileri uygarlığı olduğunu savunmaya devam ediyoruz. Neden acaba? Şundan sanırım: Beyinlerimiz kesifler, icatlar, Ronesans, Aydınlanma, Bilimsel Devrim gibi bir suru Avrupa yalanıyla tıka basa doldurulmuş durumda. Böyle olunca, dünyanın diğer bölgelerinde neler olup bittiğiyle ilgilenmiyor ve daima skora takılıyor gözümüz: Ne olsa maçın kazanılıp kazanılmadığı önemli.
Öyleyse Hodgson ve Blaut gibi birinci sınıf tarihçilerle sesimizi gürleştirelim: Avrupa’nın “gelişmesi”, Afrika ve Asya karsısında uzun suren geri kalmışlığını telafi etmeye ancak 1800’lerde yetecekti. Avrupa, dünyanın diğer kısımlarındaki gelişmelerden o kadar uzak kalmıştı ki, su meşhur kesiflerle bir parça nefes alabilmişti. Bu açılma da, Asya ekonomilerinin tarihinde pek çok defa vuku bulan bir gerileme anına denk gelmiş, Osmanlı ve Çin dahil Doğu’nun başlattığı bir küreselleşme dalgasının üzerine binmişti. İste Avrupa bu sayede kıyıda köşede kalmaktan kurtulup küresel ekonominin motoru olabildi.
Son sözü Hodgson’a birakmak en iyisi. Ona göre, modern dünya ile Bati, ayni şeyler değildir. Modernlik, Afrika, Asya ve Avrupa’nın beraberce inşa ettikleri bir oluşumdu. Yüzyıllar suren bu hazırlık döneminden kârlı çıkan bölge, fırsatları değerlendirmeyi bilen ve bir katalizör rolü oynayan Avrupa oldu. Şartlar orada birbirine kavuştu ama kavuşmayabilirdi de. Modernlik Cin’de veya İslam âleminde de ortaya çıkabilirdi (tabii oralara mahsus görünümleriyle). Asya ve Afrika’nın muazzam bilgi birikimi ve ticaret ağı olmasaydı, Avrupa’daki modern dönüşüm hayal dahi edilemezdi.
Düşünün ki, Vasco da Gama bin bir zahmetle Ümit Burnu’ndan dolaşıp Hindistan’ın Kalküta limanına indiğinde İspanyolca konuşan bir Tunuslu Müslüman tüccarla karşılaşmış ve pek şaşırmıştı. Hakliydi, çünkü buraları bilmeyen tek medenî kıta, Avrupa’ydı.
Never miss a thing. Make Yahoo your homepage. __._,_.___ Messages in this topic (1) Reply (via web post) | Start a new topic Messages | Polls Post message: islamsohbetgrubu@yahoogroups.com Subscribe: islamsohbetgrubu-subscribe@yahoogroups.com Unsubscribe: islamsohbetgrubu-unsubscribe@yahoogroups.com List owner: islamsohbetgrubu-owner@yahoogroups.com Change settings via the Web (Yahoo! ID required) Change settings via email: Switch delivery to Daily Digest | Switch format to Traditional Visit Your Group | Yahoo! Groups Terms of Use | Unsubscribe
Ekleme Tarihi: 05.09.2009 - 10:05
Bu mesajı bildir   Muhtazaf üyenin diğer mesajları Muhtazaf`in Profili Muhtazaf Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1306 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
SaYaCGIN (48), AnneminSariGülü.. (34), kotza1 (55), keremcik (52), fatih GUNES (49), muhsin p.o. (52), tuva (42), Dostluklar_Baki (39), meydan26 (50), mehlika akasya (45), panter32 (50), NÖBETCI (47), baranbari (49), friendsofmehdi (39), tatar_salih (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 1.10929 saniyede açıldı