0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » DİĞER DİNİ KONULAR » İSLAMA GÖRE PARLEMENTOYA GİRMENİN VE VEKİL TAYİN ETMENİN HÜKMÜ 2 VE ORTAYA ATILAN ŞÜPHELERE CEVAPLAR

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
ebubera su an offline ebubera  
İSLAMA GÖRE PARLEMENTOYA GİRMENİN VE VEKİL TAYİN ETMENİN HÜKMÜ 2 VE ORTAYA ATILAN ŞÜPHELERE CEVAPLAR

133 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 11.07.2006
En Son On: 27.08.2013 - 11:53
Cinsiyeti: Erkek 
Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyada belirli bir kesim tıpkı bundan 1400 yıl önce Rasulullah’ın Medine’sinde yaşayan yahudiler gibi dillerini Allah’ın kitabına uzatarak üzerinde bulundukları küfür ve şirk dini olan demokratik dini, onun mezheplerini (partilerini) ve demokratik din havarileri olan parlamenterleri savunabilme adına Allah’ın ayetlerini ve Rasul’ün siyerini devamlı surette tahrif etmeye çalışmaktadırlar. Bir çok meselede Kur’an’ın kesin anlam ifade eden hükümleri ortada dururken bu kesim, kendilerine şeytanın sağdan yaklaşması sonucu hiç ilgisi olmayan bazı ayetleri dillerine dolayarak yaptıkları tahrifat neticesinde hem kendilerini saptırmışlar hem de kendilerine tabi olan cahil halk topluluklarını saptırmışlardır. Hiç şüphesiz Allah kıyamet gününde bunlara haklarını hakkıyla teslim edecektir.


Malum olduğu üzere “Şehadet” isimli dergimizin birinci sayısında 3–Kasım seçimleri üzerine “İslam’a Göre Parlamentoya Girmenin Ve Vekil Tayin Etmenin Hükmü” başlığı altında bir yazı yayınlamıştık. Yorum içerikli bu yazımızda bir müslümanın kesinlikle bugünkü parlamenter sistem içerisinde bakan ya da milletvekili olarak görev alamayacağını, böyle bir davranışın sahibini İslam dairesinden çıkartıp küfür ve şirk dairesine dahil edeceğini hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde delilleri ile izah etmeye çalışmıştık. Bu yazımız üzerine yukarıda kendilerinden bahsettiğimiz demokratik dinin savunucuları, sahip oldukları bu şirk ve küfür fiilini meşru gösterebilme adına, Allah’ın ayetlerinin tahrif edilmesi suretiyle oluşturulan bazı şüpheleri yeniden gündeme getirmeye kalkıştılar. Aslında bu şüphelerin hepsi eskilerin masallarından başka bir şey değillerdir ve bunlara gereken cevaplar zamanında verilmiştir. Ancak bu şüphelerin yeniden gündeme getirilmesi ve ortaya atılan bu iddiaların sanki yeni şeylermiş gibi bugün piyasaya sürülmesi bizimde bu şüphelere gereken cevabı verme adına bir yazı yazmamızı gerekli kılmıştır. İşte biz bu yazımızda Allah’ın ayetlerini bu fasık kimseler gibi nefsimize göre yorumlayıp tahrif etmeden, ileri sürülen bu iddialara karşı hak gerçekleri ortaya koymaya çalışacağız. Biliyoruz ki; bu şüpheleri ortaya atan bu zavallı kimselere gökten melekler inip meselenin aslını kendilerine anlatsalar bile bunlar hakkı kabul etmeyecekler ve “bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” diyeceklerdir. Çünkü bu kimselerin “uyarılsa da uyarılmasa da onlar için birdir. Onlar asla iman etmezler” ayeti ile tanımlanan kimselerden farkları yoktur. Ancak bizim görevimiz hakkı bütün açıklığı ile ortaya koymak ve şahitlik ettiğimiz esasları açık bir şekilde dile getirmektir. Dileyen Allahü Teala’ya tevbe ederek yapmış olduğu tahriflerden yüz çevirir ve müslüman olur, dileyen de Allah’ın ayetlerini tahrif eder, Kur’an’dan kendine deliller bulmaya çalışarak demokratik din üzerinde cehenneme kadar yürümeye devam eder.




Birinci Şüphe:


Ortaya atılan bu temel şüphelerden ilki Yusuf Suresi’nde geçtiği üzere Hz. Yusuf’un Mısır hükümdarının emri altında(!) görev alması meselesidir. Bu şüpheyi ortaya atanlar şöyle demektedirler:


“Tağuti sistem içerisinde onların kanunlarına göre görev almak ve bakanlık yapmak caizdir. Zira Hz. Yusuf kafir hükümdarın emri altında maliye bakanlığı yapmıştır.”


Biz bu şüpheye gereken cevabı verme adına önce Yusuf Suresinde geçen konu ile ilgili ayetleri aktaracağız, sonra da bu ayetlere ilişkin müfessirlerin izahlarını alıntılayacağız. Dileyenin öğüt alması niyetiyle...


Allahü Teala buyuruyor ki:


“Kral dedi ki: Onu bana getirin, onu kendime özel danışman edineyim. Onunla konuşunca: Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin- dedi. (Yusuf) Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim- dedi. Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. İman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için ahiret mükâfatı daha hayırlıdır.” (Yusuf Suresi: 12/54-57)


Ayetlerden anlaşılacağı üzere Mısır hükümdarı Hz. Yusuf’u zindandan çıkartarak yanına çağırmış, kendi yanlarında Hz. Yusuf’un önemli bir mevkiye sahip olduğunu “bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin” diyerek ilan etmiştir. Bunu üzerine Hz. Yusuf Kral’dan Mısır’ın hazinelerinin başına, kendisinin yetkili tayin edilmesini istemiştir. Bu isteği yerine getirilen Hz. Yusuf, Mısır’da iktidar sahibi olmuştur. Bakınız bu ayetlere ilişkin müfessirlerin yorumları şu şekildedir:


Hz. Yusuf’un Kral’dan istediği yetki ile ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır ve Mevdudi tefsirlerinde şunları zikretmektedirler:


“Beni ülkenin hazinelerine tayin et diyen Hz. Yusuf, aslında Melik’ten tam yetki talebinde bulunmaktadır.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 5/5


“Kur’anı kavramada tecrübesi olmayan bazı kimseler 55. ayette geçen -Beni ülkenin hazinelerine tayin et- ibaresini yanlış anlamışlar, bu yanılgıyla söz konusu memuriyetin bugünün maliye bakanı, hazine müsteşarı türünden bir memuriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında Hz. Yusuf’un memuriyeti bunlardan hiç biri değildi. Zira Kur’an’a ve diğer mukaddes kitaplara göre Hz. Yusuf’a tüm iktidar tevdi edilmiş ve bir yöneticinin tüm imtiyaz hakları verilmiştir. Ve buna bizzat Allahü Teala -Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik- ayeti ile tanıklık etmektedir.” (Ebu’l Ala el’Mevdudi, Tefhim’ül Kur’an 2/472)


Hz. Yusuf’un bu yetkisinin içeriği ile ilgili İbn-i Abbas:


“...Yusuf tahta oturdu. Bütün hükümdarlar O’na itaat etti. Diğer Mısır hükümdarı ise hanımlarının yanına gitti ve Mısır’ın yönetim işini Hz. Yusuf’a havale etti.” derken İbn-i Zeyd’de “Mısır hükümdarı bütün yetkisini Yusuf’a teslim etmiştir” demektedir. (Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam, 9/321)


Kurtubi ise “Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik” ayetini “yani O’nu dilediğini gerçekleştirebilme iktidarına sahip kıldık.” şeklinde yorumlamaktadır. (Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam, 9/327)


Açık bir şekilde görüleceği üzere Hz. Yusuf’un iktidara gelişi ve oradaki yetkileri ile bugünkü demokratik dinin parlamenterlerinin iktidarlar zerre kadar bir benzerlik yoktur. Bilakis bir ı arasında çok noktada büyük farklılıklar vardır. Şöyleki: Hz. Yusuf görev aldığı zaman kendisine gayri islami idarenin sahipleri tarafından asla bir şart koşulmadı. O’ndan herhangi bir söz alınmadı ve Hz. Yusuf iktidara sahip olurken asla dininden zerre kadar dahi olsa taviz vermedi. Hz. Yusuf iktidara tam yetki ile gelmiş asla kralın ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağına dair şerefi ve namusu üzerine yemin etmemiştir. Hz. Yusuf iktidara geldiğinde beşer ürününün mahsulü olan kralın kanunlarıyla hükmetmemiştir. Hiçbir zaman kralın kanunlarına itaat edeceğini ikrar etmemiş, kralın hukukunun üstünlüğüne bağlı kalacağını kabullenmemiştir. Bilakis bizzat Hz. İbrahim’in şeriatı ile hükmetmiştir. Zira Allahü Teala Yusuf Suresi’nin 76. ayette şöyle buyurmaktadır:


“İşte biz Yusuf’a böyle bir tedbir öğrettik, yoksa kralın dinine (ceza hukukuna) göre kardeşini tutamayacaktı. Ancak Allah'ın dilemesi hariç. Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Zira her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.”


Görüleceği üzere Hz. Yusuf kendi şahsi meselesi için dahi olsa kralın dinine göre hareket etmemiş –ki burada din kavramı ceza hukuku anlamındadır- kralın hükümleri ile hükmetmemiştir. Hz. Yusuf iktidarı döneminde Allah’ın hükümlerini bir kenara atarak, kendi katından kanun ve hükümler çıkararak, bu kanunlarla insanları idare etmeye kalkmamıştır.


Burada Hz. Yusuf kıssasını tahrif ederek bugünkü şirk ve küfür fiillerine delil aramaya çalışanlara şu soruları sormakta fayda vardır:


1- Hz. Yusuf iktidara sahip olurken; melikin dininin kurallarına göre mi iktidara gelmiştir?


2- Hz. Yusuf iktidara gelirken; iman ettiği esaslardan zerre kadar taviz vermiş midir?


3- Hz. Yusuf iktidar sahibi olurken; Allah’tan başkasının üzerine –mesela şerefi ve namusu üzerine- yemin etmiş midir?


4- Acaba Hz. Yusuf iktidara gelir gelmez; televizyon karşısına çıkıp “hakimiyyet kayıtsız şartsız milletindir” demiş midir? Yoksa Hz. Yusuf iktidarı döneminde, başlangıcından sonuna kadar Mısır zindanlarında haykırdığı “hakimiyyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” temel ilkesine mi bağlı kalmıştır?


5- Hz. Yusuf iktidar sahibi olurken; melikin hukunun üstünlüğünü kabul ettiğini ikrar etmiş midir?


6- Hz. Yusuf iktidar sahibi olurken; melikin ilke ve inkılaplarına sıkı sıkıya bağlı kalacağını beyan etmiş midir?


7- Hz. Yusuf iktidar sahibi iken; Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara atarak kendi kafasından beşer ürünü olan yeni yeni kanunlar ihdas etmiş midir?


8- Hz. Yusuf iktidar sahibi iken; melikin kanunlarıyla mı hükmetmiştir yoksa Hz. İbrahim’in şeriatıyla mı hükmetmiştir?


9- Hz. Yusuf iktidar sahibi iken; Mısır’ın ekonomisini şeytanın ameli olan faiz ekonomisiyle mi yönetmiştir?


10- Hz. Yusuf iktidar sahibi iken; tüm müslümanlara ve mazlum Irak halkına savaş açan büyük şeytan Amerika gibi zalimlere bugünkü parlamenterler gibi açık destek vermiş midir?


Aslında bu soruları uzatmak mümkündür. Ancak öğüt almak isteyenler için bu sorulara bile gerek yoktur. Allah’ın indirdikleri açık ve nettir. Hz. Yusuf Mısır hükümetinin başına tam yetki ile gelmiş ve bu yetki sürecinde asla Allah’ın indirdiklerinden başka hükümlerle hükmetmemiştir. Asla Allah’ın dinini bırakıp melikin dinine göre hareket etmemiştir.


Bu konu ile ilgili olarak, Yusuf suresinde geçen bu kıssayı kendilerine delil olarak alan bu beyni az gelişmiş topluluğa iki alıntıyı sunmak istiyorum:


“Doğrusu bu ayeti böyle yorumlayanların Hz. Yusuf’un manevi şahsını olmayacak derecelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde yahudilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış olmaktadırlar. Ahlak ve maneviyatları düşmeye başladığında yahudiler kendi düşük karakterlerini haklı göstermek ve daha da alçalmaya mazeret bulmak için nebi ve velilerini düşük karakterli insanlar olarak resmetmeye başladılar. Aynı şekilde bugün gayri müslim yönetimlerin altına giren kimileri, bu yönetime hizmet etmek istemişler fakat, İslam’ın talimatları ve müslüman önderlerin tutumları karşılarına dikilince utanıp sıkılmışlardır. Bu yüzden şuurlarını pasif hale getirmek suretiyle bu ayetlerin hakiki anlamlarından sarfı nazar ettiler ve bu ayetleri bir peygamberin gayri islami kanunlarla yönetilen bir ülkenin gayri müslim yöneticisine hizmet etmek azmiyle memuriyet peşine düştüğü şeklinde saptırdılar. Oysa Hz. Yusuf’un kıssası bize öyle bir hisse vermektedir ki; tek bir müslümanın bile yalnız başına, imanı, aklı ve hikmetiyle tüm bir ülkede İslami bir inkılap oluşturabileceğini, gerçek bir mü’minin ahlak seciyesini gerektiği gibi kullanarak, bütün bir ülkeyi, ordusuz, cephanesiz ve donanmasız fethedebileceğini öğretmektedir.” (Mevdudi, Tefhim’ül Kur’an, 2/473)


“Her akıl sahibi bu meseleyi dikkatlice okuyup düşündüğünde, muhakkak aradaki farkı görecek ve Yusuf meselesini kendi şirk amellerine delil gösterenlerin yanılgı ve sapıklıklarını rahatça anlayabilecektir. Hz. Yusuf’u tağutların hükmüne bir an bile olsun boyun eğmiş olmasından tenzih ederim. Hz. Yusuf’un aldığı görevi, zamanımızdaki tağutların bakanlarına benzeten kişide zerre kadar iman yoktur. Bu kişi böyle yapmakla, Allah’ın nebisinin, melikin dinine girdiğini ve ona kulluk ettiğini iddia ederek O’na büyük bir iftira atmıştır. Oysa her iman sahibi bilir ki, insanları tevhide çağıran bir nebi, Allah’ın hükümleri dışında hükümlere, bir göz kırpması kadar bile olsa asla boyun eğmez.” (Ziyaeddin El’Kudsi, Tağutu Reddetmek Tevhidin Gereğidir, sy: 150)


Burada son olarak konu ile paralel bir mesele üzerinde de durmakta fayda vardır. Zalimlerin ve fasıkların iktidarı altında farklı görevlerde bulunmanın acaba İslam’a göre hükmü nedir?


Kurtubi, tefsirinde Yusuf suresinde geçen Hz. Yusuf’un ”Beni ülkenin hazinelerine tayin et” sözü üzerine bu konu hakkında bir başlık atmış ve şöyle demiştir:


“Kimi ilim adamları der ki: Bu ayeti kerimeden, faziletli bir kimsenin günahkar bir kimseye ve kafir bir yöneticiye iş yapmasının caiz olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kendisine verilen işte bu görevi verenin kendisine karşı çıkmayacağının bilinmesi şarttır. Dolayısı ile kendisine görev verilen bu kimse o işte dilediği gibi ıslahat yapabilme yetkisine sahip olmalıdır. Şayet bu kimsenin yapacağı işler günahkar kimsenin tercihi, arzuları ve fücuruna göre yapılacaksa böyle bir şey caiz değildir.


Bir başka kesim ise şöyle demektedir. Böyle bir görevin kabul edilmesi caiz değildir. Böyle bir iş sadece Hz. Yusuf’a has bir fiildir. Böyle bir işte onların verdikleri görevler kabul edilmek suretiyle zalimlere yardım edilmiş olur. Onların işleri kabul edilerek o zalimler tezkiye edilmiş olur.” (Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam, 9/323-324)


Allahü Teala bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır:


“(Musa dedi ki): Rabb’im bana verdiğin nimetler adına artık suçlu günahkarlara destekci olmayacağım.”( Kasas Suresi: 28/17)


Bu ayet üzerine Mevdudi tefsirinde şunları zikreder:


“Hz. Musa’nın bu ahdi çok kapsamlı kelimelerle ifade edilmiştir. O’nun bu sözlerle demek istediği fert olsun topluluk olsun dünyada zulüm ve hainlik eden hiç kimseye yardımcı olmamak idi. İbn-i Cerir ve diğer müfessirlerin doğru anladığı gibi; Hz. Musa bu sözlerle o günlerde firavun ve hükümetiyle olan ilişkilerini kesmeyi ahdetmişti. Zira hükümet zalimdi ve ülkede kötü bir sistemi hakim kılmıştı. Daha sonra muttaki bir insanın böyle zorba bir krallıkta görev yapmaya, onun güç ve iktidarının yükselmesine alet olmaya daha fazla devam edemeyeceğini anladı. Müslüman alimler Hz. Musa’nın bu sözünden genellikle şunu istidlal ederler: Bir mü’min ister bir fert, ister bir zümre, isterse de iktidardaki bir hükümet olsun zalime yardım etmekten tamamen kaçınmalıdır.


Bir kimse ashabın tanınmış tabiilerinden olan Ata b. Ebi Rabah’a sordu:


“Benim kardeşim Emevi hakimiyetinde olan Kufe’nin vali katibi. Gerçi halkın meseleleri ile ilgili kararları o vermiyor ama kararlar onun kalemiyle neşrediliyor. Bu hizmeti sürdürmek zorunda çünkü onun tek gelir kaynağı budur.”


Ata b. Ebi Rabah adama bu ayeti okur ve şöyle der:


“Kardeşin kalemini elinden atsın. Rızık veren Allah’tır.”


Başka bir Emevi katibi Amir Şabi’ye sordu:


“Ey Ebu Amir! Ben yalnızca verilen kararları kaydedip neşretmekle sorumluyum. Bunun dışında hiçbir şey yapmam. Bu memuriyet dolayısı ile kazandığım rızık helal mıdır, değil midir?”


Amir o adama şöyle cevap verir: “Mümkündür ki bir masum, cinayet suçu ile hüküm giyer ve masum olduğu halde öldürülür. Bu karar da senin kaleminden çıkar. Yahut birinin mülkü adaletsizce elinden alınır ya da bir başkasının evi haksızlıkla yıkılır ve tüm bu kararlar senin kaleminden çıkar.” Daha sonra Amir o adama bu ayeti okur. Adam ise bu sözler üzerine anında o görevden istifa eder.


Emevi valisi Abdurrahman b. Müslim, Dahhak’tan sadece Buhara’ya gidip oradaki memurların maaşlarını dağıtmasını istemişti. Fakat o bu isteği reddetti. Arkadaşları bunda bir kötülük olmadığını söyleyince o arkadaşlarına şöyle cevap verdi:


“Bir zalime hiçbir şekilde yardımcı olmak istemem.”


İmam Ebu Hanife’nin hayatını yazanlar, Emevi hükümdarı Mansur’un komutanlarından Hasan b. Kahtuba’nın sırf İmam Ebu Hanife’nin direktifleri ile şu sözleri söyleyerek görevinden ayrıldığını zikrederler:


“Bugüne kadar sizin saltanatınızın lehine yaptığım şeyler eğer bu saltanat Allah yolunda ise bu bana yeter. Yok eğer zulüm ve zorbalık yolunda ise amel defterimdeki günahlarıma yenilerini eklemek istemiyorum.” (Bu alıntılar için bakınız. Tefhim’ül Kuran 4/169)


Bakınız yaptığımız alıntılardan açıkça anlaşılmaktadır ki; İslam alimleri bırakın zulmün bizzat merkezinde yer alıp zulüm kanunları ile insanları sevk ve idare etmeyi, müslüman dahi olsa zalim bir idarecinin yönetimi altında görev almayı bile tartışmışlardır. Kimileri bunu kesinlikle caiz görmezlerken kimileri caiz görmüştür ama bunu bazı şartlara bağlamışlardır. Yukarıda Kurtubi’den yaptığımız alıntı bunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yani böyle bir görev ıslah için olmalıdır ve görev sahibi görevinde tam yetkili olmalıdır. Hiçbir şekilde görev sahibinin görevine karışan olmayacaktır. Görev sahibi asla zalimlere taviz vererek dininden taviz vermeyecektir.


Artık mesele iyice anlaşılmıştır. Diğer bir şüpheye geçmekte fayda vardır.




İkinci Şüphe:


Ortaya atılan bu şüphelerden bir tanesi de Hz. Yusuf’un kıssasına benzer bir kıssadan tahrif edilerek ortaya atılmıştır. Firavun zamanında imanını gizleyen mü’min adamın kıssası...


Alahü Teala şöyle buyuruyor:


“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi: -Siz bir adamı Rabbim Allah'tır diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azâbın), bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez” (Mü’min suresi: 40/2


Bu konu ile ilgili olarak Firavun hanedanından olan bu mü’min kişi hakkında tefsirlerde şu bilgiler yer almaktadır:


“Meşhur olan görüşe göre mü’min olan bu kişi, Firavun hanedanından bir kıpti idi. Süddi, onun Firavun’un amcasının oğlu olduğunu söyler. Bu kişinin Hz. Musa ile birlikte kurtulan kişi olduğu da söylenir.” (El’Camiu Li Ahkam)


“Bazıları bu adamın İsrailoğullarından olduğunu zannetmişlerse de "Firavun ailesinden" sıfatından anlaşılan mânâ bunun daha çok Mısırlılardan ve belki Firavun'un kendi ailesinden olduğunu anlatıyor. Nitekim Süddî bunu Firavun'un amcası oğlu diye rivayet eylemiştir. Veliahdı ve "Sahib-i Şurtası" yani polis şefi olduğu da söylenmiştir. Firavun'un Musa'yı öldüreyim derken Allah, kendi adamlarından böyle bir kahramanı başına dikmiş, karşısına çıkartmıştı; bu sebeple Firavun ailesinin mümini diye bilinmiş ve tanınmış olan bu adamın Firavun'a ve Firavun ailesine karşı olan konuşmalarını ve mücadelesini Cenab-ı Allah burada özellikle hikaye buyurduğu için, bu sûreye onun adına izafe olarak "Mümin Sûresi" denilmiştir. Bu kişi önceleri imanını gizleyerek gizliden gizliye tedbirlerle bir süre Firavun'u avutmuş ise de, nihayet Hz. Musa'nın kesin kararı karşısında meydana çıkmak gereğini hissederek önce yavaş yavaş nasihata başlamış, sonra da açıktan savaş meydanına atılmıştır.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 7/521)


“Öyle anlaşılıyor ki; bu kişi Firavun yönetiminin önemli bir kademesinde görev yapmaktaydı. Çünkü imanını açığa vurarak, Firavun’a karşı gelmesine rağmen, Firavun ona açık bir zarar vermeye cesaret edememiştir. Mü’min olan bu sahış Firavun’un ve saltanatının tüm baskı ve zulmünün üzerine geleceğini bile bile onlara gerçeği söylemiştir. O , sadece yönetimde işgal ettiği mevkiyi değil, canını bile kaybedeceğini bilmesine rağmen, Allah’a tevekkül ederek ve vicdanının sesini dinleyerek yapması gereken görevi yerine getirmiştir.” (Mevdudi, Tefhim’ül Kur’an 5/150-151)


Yine tefsirlerde Firavun hanedanı içerisinde Firavun’un hanımı ile birlikte Hz. Musa’ya iman eden sadece bu kişinin olduğu, ayrıca Kasas Suresi’nin 20. ayetinde “Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar.” diye haber veren kişininde aynı kişi olduğu geçmektedir.


Öncelikle belirtmek gerekir ki; Firavun ailesinden olup onlardan imanını gizleyen bu mü’min kişi ile bugünkü parlamenterlerin demokratik dine olan hizmetlerini kıyaslamak bir taraftan Allah’ın ayetlerini açık bir şekilde tahrif etmek olacağı gibi diğer taraftan Allah’ın mü’min olarak isimlendirdiği bu kimseye büyük bir iftiradan başka bir şey değildir. Zira bu mü’min kişi, bugünkü demokratik dininin parlamenterleri gibi bin bir türlü zillet ve aşağılık içerisinde Firavun hanedanlığına girme teşebbüsü içerisinde yer almamıştır. Bu kimse zaten Firavun’un en yakın akrabalarındandır ve Firavun hanedanlığında yetkili bir makamdadır. Bu süreçte kendisine Hz. Musa’nın tebliği ulaşmış O’da bu tebliği kabul etmiş ve fakat bir süre bu kabulünü Firavun ve ehlinden gizlemiştir. Kişinin imanını gerekmediği sürece açığa vurmaması gayet doğal bir olaydır. Ancak bu mü’min kimse yeri ve zamanı gelince imanını açığa vurmuş, her türlü tehlikeyi göz önüne alarak Allah’ın hak mesajlarını Firavun ve ehline ulaştırmıştır. Onlara tam anlamıyla bir tebliğ yapmıştır. (Mü’min Suresi’nin konu ile ilgili ayetlerine bakınız) Firavun’un ailesinden olan bu mü’min kişi yine bulunduğu bu makam üzerinde hiçbir zaman küfrü ve şirki gerektirecek bir amelde bulunmamıştır. Hiçbir kimse bu kimsenin zerre kadar dininden taviz verdiğini iddia edemez. Yine yukarıda Hz. Yusuf kıssasını anlatırken belirttiğimiz üzere, bu kimse asla Firavun’un ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağına dair şerefi ve namusu üzerine yemin etmemiştir. Hiçbir zaman Firavun’un kanunlarına itaat edeceğini ikrar etmemiş, Firavun’un hukukunun üstünlüğüne bağlı kalacağını kabullenmemiştir. Sadece bulunduğu makamda bir müddet imanını gizlemiş sonra da yeri gelince imanını hiçbir şüpheye yer vermeyecek bir biçimde açığa vurmuştur.


Tüm bu gerçekler ortada iken hangi aklı selim çıkıp ta bu kimseyi bugünün zillet içerisinde parlamentoya girerek her türlü bayağılık örneğini sergileyen parlamenterleri ile kıyaslayabilir? Böyle bir kıyası ortaya atan kimse, olsa olsa ya Allah’ın dinini bilmeyen cahil bir kimse ya da bu dini tahrif edebilmek için bütün gücünü ortaya koymaya çalışan gizli bir münafıktır. Allah bizleri böyle kimselerden korusun. (Amin)


Burada konu ile ilgili olarak bir başka meseleye daha değinmek istiyorum. İslam’a göre takiyye inancı... Zira bu takiyye kavramı da günümüzde tahrif edilerek demokratik dinin havarilerine delil olarak kullanılmak istenmektedir. Allahü Teala bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:


“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır.” (Ali İmran Suresi: 3/2


Bakınız Taberi’nin naklettiğine göre İbn-i Abbas, Takiyye kavramını şöyle tarif etmektedir:


“Takiyye kalbin iman ile dolu olması halinde dil ile küfür veya haram olan bir sözü söylemektir. Fakat öldürme fiili gibi elle yapılan ameller yada küfür veya haram amel işlemeksizin yapılmalıdır. Bu konuda mazeret yoktur.” (İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve Beyhaki’den sahih senetle)


Bir başka sözünde İbn-i abbas bu konu hakkında şunları söylemektedir:


İbn-i Abbas: “Takiyye ancak dil ile olur. Kim haram veya küfür bir söz söylemeye zorlanırsa kalbi iman ile dolu olmak kaydıyla dili ile söylesin. Bu ona zarar vermez. Takiyye ancak dil iledir.” (İbn-i Cerir, İbn-i Ebi hatim’den rivayetle)


Bağavi ve Taberi ise bu ayetin tefsirinde takiyye ile ilgili olarak şu sözlere yer vermektedirler:


“Allah mü’minlere, kafirleri dost edinmeyi, onlara velayet ve yetki vermeyi yasaklamıştır. Onlarla iç içe bulunmayı, onlara içini dökmeyi nehyetmiştir. Ancak kafirler üstün iseler, veya mü’min olan bir kimse kafir bir toplumda bulunuyorsa ve mü’minler bu kimselerden gerçekten korkuyorlarsa, o zaman sadece dilden olmak suretiyle onlara karşılık verebilirler. Ancak kalpleri iman ile dopdolu olacak, inançlarından asla bir şey kaybetmeyecekler. Böyle dilden söylemekle onlardan gelebilecek bir kötülüğü engelleyecekler ve fakat bunu yaparlarken herhangi haram olan bir kanı helal kılmaksızın, veya helal olan bir malı haram kılmaksızın, veya müslümanların açıklarıyla ilgili olarak kafirlere hiçbir şey açıklamaksızın hareket edeceklerdir. Takiyye ancak ölüm korkusu olması halinde ve niyetinde sağlıklı olması halinde olabilir” (Bagavi Tefsiri; 1/336)


“Bu ayete göre (3/2; yani sizin onların gücü ve hakimiyeti altında olmanız halinde, can güvenliğinizden de korkuyorsanız, o zaman dillerinizle onlara karşı velayeti içten olmamak şartıyla söyleyebilirsiniz. Fakat buna rağmen onlara karşı olan düşmanlığınız içinizde gizli kalacaktır. Onların küfür bakımından üzerinde bulundukları şeyler sebebiyle onlara karışmayacaksınız. Herhangi bir müslüman aleyhinde her hangi bir fiil ile de onlara yardımcı olmayacaksınız.” (Taberi Tefsiri: 3/228)


Görüleceği üzere takiyye hiçbir zaman münafıklıkla eş anlamlı değildir: Münafıkça tutum sergileyerek Allah’ın dinini bir kenara atıp kendi yanlarından kanun ve yasa çıkaranların sarılacakları bir mazeret hiç değildir. Zira takiyye inancına göre, müşriklerle beraberlik ancak can güvenliği söz konusu olduğu zaman olur. Bu da sadece söz iledir. Yoksa kişilerin hayatlarını demokratik dinin kurallarına göre belirleyerek sonra da takiyye yaptıklarını iddia etmeleri komik ve de tutarsız bir iddiadan başka bir şey olmayacaktır.




Üçüncü Şüphe:


Demokratik din havarilerinin ortaya attıkları şüphelerden bir tanesi de Hz. Abbas ve Casusluk müessesesi ile ilgili şüphedir. Bu kimseler şöyle diyorlar:


"Bilindiği üzere Hz.Abbas Mekkede ve Mekkeliler arasındaydı. Onlar gibi hareket ediyordu ve orada olup bitenleri Rasulullah’a bildiriyordu.. Bunun gibi biz de ümmetin menfaati için sisteme giriyor çaktırmadan yapacağımızı yapmaya çalışıyoruz."


Bu tür savunmalar her ne kadar islami motiflerle süslense gayri islami savunmalar ve boş bahanelerdir. Evet Hz.Abbas bir nevi casus idi. Ama o bunu kendi insiyatifi ile değil bilakis müminlerin o anki liderinin müsaadesi ve denetimi altında yapıyordu. Elbette bir imam tayini sonucu, onun emriyle bir veya gerektiğince bir çok kişi bu işi eda edecektir. Nitekim "Harb hileden ibarettir."


Ama yediden yetmişe tüm insanları bu mesleğe çekenlere ne demeli? Top yekun ajanlık müessesesi nerede görülmüş? Evet ihtiyaç kadarını anladık. Tüm beyin tabaka ve lider kadrosuyla ajanlık olmaz ki... Ayrıca casus liderin kendisi değil, liderin görevlendirdiği bir kişidir. Hem ümmetin lideri böyle kıvrımlı bir görüntüden uzak olmalı ve cahil avama en güzel şekilde örnek olması gerekir. Particilerin kendi ictihadlarıyla öne sürdükleri imamları yani genel başkanları da ajanlık yapıyorsa çok geçmez bir nesil sonra yani bugünkü gibi bütün insanlar, bütün ümmet birer küfür ideolojisi olmasına rağmen demokrasi ve laiklik havarisi kesilir.




Dördüncü Şüphe:


Ortaya atılan bu şüphelerden bir tanesi de Habeş kralı Necaşi ile ilgilidir. Bu şüpheyi ortaya atanlar şöyle demektedirler:


“Necaşi, müslüman olduktan sonra, ölünceye kadar imanını gizlemiş ve Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemiştir. Kafir bir devletin idaresi Necaşi’nin elindedir. Buna rağmen Rasulullah (s.a.v) onu salih bir kul olarak vasıflandırmış, öldüğü zaman cenaze namazını kıldırmıştır. Bu sebeble aynen Necaşi gibi müslüman olduğunu söyleyen ve kafir devletlerin idare mekanizmasında bulunanlara kafir diyerek onları tekfir etmek doğru değildir.”


Öncelikle belirtmekte fayda vardır ki; bizler imanın esasları ile direk olarak alakalı olan bu meseleyi bir önceki sayımızda anlatırken Kur’an’ın kesin ayetlerini ve bu ayetlere ilişkin müfessirlerin yorumlarını aktarmıştık. Bu delillere karşılık yeni şüpheler ortaya atmak, Kur’an’ın ayetlerini İslam’ın diğer hükümleri ile çarpıştırmak olur ki, bu asla caiz değildir. Oysa bu şüphecilerin yapmaları gereken şey bizim delillerimize -tabi ki varsa cevapları- dinin kesin hükümlerini tahrif etmeden cevap vermek olmalıdır. Tıpkı bizim, onların delillerini iptal ettiğimiz gibi...


Necaşi meselesine gelince, durum asla onların dedikleri gibi değildir. Biz bu konuda alimlerin naklettikleri bilgileri buraya alıntıladıktan sonra bu konu ile ilgili yorumumuzu belirtmek istiyoruz.


Necaşi’nin müslüman olması ile ilgili Ebu Musa El’Eşari şöyle demektedir:


Habeşistan sahibi Necaşi’yi şöyle derken işittim:


“Ben şehadet ederim ki; Muhammed Allah’ın rasulüdür. O, İsa’nın geleceğini müjdelediği kişidir. Eğer ben şu saltanatın başında olmasaydım ve üzerimde insanlarla ilgili yük bulunmasaydı O’nun ayakkabılarını taşımak üzere hemen yanına giderdim.” (Ebu Davud: 62/3205)


Neçaşi’nin cenaze namazının kılınması ile ilgili ise Buhari’de şu rivayet mevcuttur:


Cabir (r.a)’dan riayetle; Necaşi vefat ettiği zaman Rasulullah (s.a.v) “Bugün salih bir kişi ölmüştür. Kalkınız kardeşiniz Ashame’ye cenaze namazı kılınız” demiştir. (Buhari, 37/97, Müslim 952)


Necaşi’nin kendisine gelen müslümanları kabul edişi ile ilgili ise siyer kitaplarında şu rivayetler mevcuttur:


Necaşi kendisine gelen Mekke heyetlerini gönderdikten sonra müslümanlara şöyle demiştir:


“Vallahi size karşı homurdanılsa dahi gidiniz. Benim topraklarımda sizler korunmuş bir haldesiniz. Sizi kötüleyenlerden karşılık alınacaktır. Size işkence etmem için bana dağlar kadar altın verilse dahi sizden bir adama dahi eziyet etmem.” (Siyeri İbn-i Hişam)


Ümmü Seleme’den nakledildiğine göre o şöyle demiştir: “Habeş topraklarına ayak bastığımızda Neçaşi’den güzel bir komşuluk gördük. Dinimizi yaşamada herhangi bir zorluk görmedik. Eziyet edilmeden ve hoş karşılamayacağımız bir şey işitmeden Allah’a kulluk görevimizi yerine getirdik.” (Siyeri İbn-i Hişam)


Bu konu ile ilgili eserlere bakıldığında görülecektir ki; Habeş kralı Necaşi’nin durumu hakkında bir çok ihtilaflar vardır. Hatta bazı siyer alimleri iki tane Necaşi’den bile bahsetmektedirler. Bunlardan birincisi müslümanların kendisine hicret ettikleri Necaşi, diğeri ise Rasulullah’ın Medine’de kendisine mektup yazarak İslam’a davet ettiği Necaşi. Çünkü müslümanların kendisine hicret ettikleri Necaşi’nin Cafer b. Ebu Talib vesilesi ile müslüman olduğu yine aynı kaynaklarda mevcuttur. Eğer müslümanların kendisine hicret ettikleri Necaşi İslam’ı Cafer b. Ebu Talib vesilesi ile kabul etmişse Rasulullah’ın kendisine İslam’ı davet etmek için elçi gönderdiği Neçaşi kimdir? Hatta Rasulullah’ın hangi Necaşi’nin cenaze namazını kıldırdığı bile ihtilaflıdır.


Şimdi tüm bu ihtilaflar mevcut iken La İlahe İllallah tevhid akidesi ile doğrudan alakalı bir meselede siyerden getirilen bir delil nasıl kabul edilebilir? Zira iman ile ilgili meselelerde hadisler bile delil kabul edilmemektedir. Buna rağmen siyer nasıl delil olabilir?


Ayrıca müslümanların hicret ettiği Necaşi’nin müslüman olduğuna, uzun süre Habeş kralı olarak kaldığına ve öldükten sonra Rasulullah’ın, bu kimsenin cenaze namazını kıldığına dair rivayetleri kesin ve doğru birer rivayetler olarak kabul etsek bile durum bu şüphecilerin söyledikleri gibi değildir. Zira Necaşi’nin Allah’ın indirdiği ile hükmetmediğini söyleyenler öncelikle bu sözlerini sahih delillerle ispat etmek zorundadırlar. Şayet bu kimseler Necaşi’nin Allah’ın indirdiğine muhalif bir hükümle hükmettiğine dair bir delil getiremiyorlarsa –ki şu ana kadar yazılmış siyer kitaplarından böyle bir delil getirmeleri mümkün değildir- bu kimseler ancak Allah’ın dinini saptırmak için Rasulullah’ın salih bir kul olarak isimlendirdiği bir kimseye iftira atarak büyük bir zulüm işlemektedirler.


Yine bilinmelidir ki; Necaşi müslüman olduğu zaman Allah’ın bugün indirdiği hükümler mevcut değildi. Peki böyle bir durum karşısında Necaşi’den nasıl Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmesi beklenir? Bilakis Necaşi Allah’ın indirdiği adaletle hükmetme emrine göre insanları idare ediyordu. O gün Allah’ın idare sahipleri için tek verdiği hüküm bu idi. Yani insanları idare edenler adaletle hükmedecekler. Ve Necaşi’de aynen bu hükmü uyguluyordu. Hatta O müslüman olmadan önce bile adaletle hükmediyordu. Zira hicretten önce Rasulullah sahabelerine karşı Necaşi’yi “zalim olmayan bir kral” olarak vasıflandırıyordu. Yine Necaşi’nin adaleti yukarıda alıntıladığımız rivayetlerden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca Necaşi Habeş ülkesinin tek sahibi idi. Hz. Yusuf gibi dilediği şekilde hareket etme hakkına sahipti. Ve böyle bir hakkı ona birileri değil bizzat kendisi tanımaktaydı. Eğer ülke içerisinde O’ndan daha yetkili birisi mevcut olsaydı Mekkeli müşriklerin heyeti Necaşi ile değil de o daha yetkili kimse ile görüşürlerdi. Bu yetkilerle ülkenin idaresinde bulunan Neçaşi’nin Allah’ın indirdiği hükümlere muhalif hükümlerle insanları idare ettiği nasıl düşünülebilir acaba? Hatta bazı rivayetlerde Necaşi müslüman olduktan sonra İran kralına verdiği vergiyi bile artık vermediği zikredilmektedir. Böyle bir kimse nasıl Allah’ın adaletle hükmetme emrine muhalif bir durum içerisinde yer alabilir?


Bakınız Necaşi’nin şahsiyeti ve yapısı ile ilgili bir diğer rivayeti de buraya aktarmak istiyorum:


Allahü Teala buyuruyor ki:


“Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah'a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” (Ali İmran Suresi: 3/199)


İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde aşağıda yazacağımız şu rivayete yer verir:


Abdullah bin Zübeyr’den rivayetle, O şöyle demiştir:


“Necaşi’ye karşı Habeş topraklarında bir düşman zuhur etti. Muhacirler Necaşi’ye gelerek O’na yardım etmek istediklerini ve O’nun yanında savaşmak istediklerini bildirdiler. Necaşi ise bu isteği reddetti ve Allah’ın yardımıyla olan bir ilaç insanların yardımıyla olan ilaçtan daha hayırlıdır- dedi. Bunun üzerine Ali İmran Suresi’nin 199. ayeti nazil oldu.” (İbn-i Kesir Tefsiri)


İşte bu rivayete göre Neçaşi’nin şahsiyeti. Allah’ın indirdiği hükümlere samimiyetle bağlı bir kul. Ve Allah’ın indirdiği kitabı geçici dünya menfaatı için bir kenara atarak bugünkü parlamenterler gibi beşeri hukukla insanları idare etmeye çalışan bir kimse değil O. Bu halde nasıl olurda Necaşi’nin durumu bu kimseler için delil olur anlamak mümkün değildir.


“Necaşi’nin durumu işte böyleydi. Zamanımızın tağutlarını müdafa ve olmayan İslamlarını ispat için Necaşi’yi delil alanlara yazıklar olsun! Necaşi nerede onlar nerede? Fakat bu kimseler insanları kandırmak ve tağutları müdafaa etmek için her türlü hileye başvuruyorlar. Bu konuda ellerine geçen her hükmü insanları saptırmak için kullanıyorlar. Onların ortaya attıkları şüphelerin hepsi böyledir. Bu kimselerin şüphelerine burada verilen cevapların, onların bütün şüphelerine verilen cevaplar olduğunu söylemiyoruz. Çünkü bu kimselerin ortaya attıkları ve atacakları şüpheler asla bitmeyecektir. Fakat bizler Allah’ın izniyle onların ortaya atacakları her şüpheyi iptal etmeye hazırız.


Şunu herkez bilsin! İnsanların hayatlarını düzenleyici hükümler verme hakkı sadece ve sadece Allah’a aittir. Her kim bu hakkın kendisinde olduğunu iddia ederse işte o, kendisinin ilah olduğunu söylemese bile ilahlık iddiasında bulunmuştur. Her kimde bunlara tabi olur ve itaat ederse işte o kimse ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, isterse binlerce defa La ilahe İllallah desin onu ilah edinmiş ve ona ibadet etmiş demektir.


Allah’a gerçek manada teslim olmuş bir müslüman sadece Allah’ın kanunlarına boyun eğer, sadece Allah’ın kanunlarına muhakeme olur. Zira böyle yapmak La İlahe İllallah tevhidinin bir gereğidir.” (Davetcinin Tefsiri Maide Suresi 44. ayetin tefsiri )
Ekleme Tarihi: 05.06.2007 - 11:09
Bu mesajı bildir   ebubera üyenin diğer mesajları ebubera`in Profili ebubera Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1369 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
bahar61 (48), ebrar22 (52), muzo 02 (53), abdulberr (57), Sakarya5461 (54), canan85 (39), Abdulkadir056 (27), Alaaddin_E (51), betus86 (38), zeynepcik (41), halebi (40), ammarh. (58), hatice gönül (39), karamurad (57), erens (42), ZeYD-CaN (37), pazarci (40), bkaya85 (39), can38 ()
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 1.10269 saniyede açıldı