0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » DİĞER DİNİ KONULAR » İSLAMA GÖRE PARLEMENTOYA GİRMENİN VE VEKİL TAYİN ETMENİN HÜKMÜ 1

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
ebubera su an offline ebubera  
İSLAMA GÖRE PARLEMENTOYA GİRMENİN VE VEKİL TAYİN ETMENİN HÜKMÜ 1

133 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 11.07.2006
En Son On: 27.08.2013 - 11:53
Cinsiyeti: Erkek 
Bilindiği üzere 3-Kasım-2002 tarihi, demokratik-laik T.C için iflas etmiş sistemine yeni bir taze kan arama çabasıdır. Bu vesile ile bugüne kadar bir çok çalışma yapılmış, artık 3 Kasım Pazar günü halkın sandık başına gitmesiyle yeni vekiller tayin edilecek, bu vekiller halktan aldıkları reylerle parlamentoya girecekler ve belirli bir süre, insanları kendi yanlarından çıkardıkları kanunlarla idare etmeye çalışacaklardır. Bu noktada ne yeni taze kan arama çalışmaları, ne de ülkeyi idare edecek yeni insanlar bizleri ilgilendirmemektedir. Bizleri ilgilendiren asıl nokta bu durumun İslam’a göre mahiyetidir.
Acaba Parlamento nedir? Parlamentoya girme noktasında ya da orada idareci olma noktasında İslam’ın hükmü nedir? Bu şekilde bir idarede oy kullanmanın, yeni vekiller tayin etmenin İslam’a göre hükmü nedir?
Konuya öncelikle parlamentodan başlamakta yarar vardır. Bugün T.C parlamentosu “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” temel ilkesine dayanan, insanların Allah’ın indirdiklerinden gayrı kanun ve yasa vaaz ettikleri bir kurumdur. Aynı yapıya büyük benzerlik arz eden diğer bir kurum ise bundan yaklaşık 1400 yıl önce risaletle şereflendirilen Rasulullah (sav)’in Mekke’sinde karşımıza çıkmaktadır. O halde yazımıza öncelikle Dar’un Nedve ismi verilen bu yapı hakkında kısa bir bilgi vererek başlamakta fayda vardır.
Halebi siyerinde Dar’un Nedve’yi şöyle tarif eder: “Dar’un Nedve; şu anda hanefi makamının yanında kapısı mescid tarafına bakan, toplanmak için yapılmış bir yerdir. Kureyşliler tüm kararlarını orada alırlardı. Oraya ancak Kureyş kabilesine mensup insanlar girerlerdi. Onların da 40 yaşını doldurma şartı vardı. 40 yaşını doldurmayan kimseler Dar’un Nedve’ye giremezlerdi.”
Muhammed El’Hudayri ise Nur’ul Yakın isimli kitabında, Dar’un Nedve hakkında şunları söylemektedir: “Dar’un Nedve Kusay b. Kilab’ın evidir. Kureyşli müşrikler, tüm işlerini Dar’un Nedve’de görüşürler, orada karar alınmayan hiçbir işi icra etmezlerdi.”
Elmalılı Hamdi Yazır ise tefsirinde Alak suresinin 17. ayetinde şöyle demektedir: “İslam’dan önce Mekke’de kurulan, Kureyşlilerin toplandığı parlamento binasına Dar’un Nedve denir. Nadi, o gibi yerlerde toplanan heyetin ismidir ki bizim meclis, mahfil, kongre, parlamento tabirleri gibidir.”
Bu tanımlar ortaya koymaktadır ki; Dar’un Nedve Kureyş’li müşriklerin “Hakimiyet ve kanun koyma hakkı parlamenterlerin değil, kayıtsız şartsız Allah’ındır” ilkesine karşı kurulan bir karargahtır. Dar’un Nedve Allah’ın şeriatının bir kenara atılıp heva ve hevese dayanan kanunların çıkarıldığı bir parlamentodur. Başka bir deyişle Dar’un Nedve “hakimiyet ancak milletindir” temel ilkesini şiar tutup, küfür hükümlerinin icra edildiği bir merkezdir. Binaenaleyh şu anda Allah’ın vahyine dayanmayıp, beşeri ideolojilere dayanan her devletin idare merkezi tıpkı Mekke’li müşriklerin Dar’un Nedvesi gibidir.
Bundan 1400 yıl önce Mekke Cumhuriyeti’nde varlığını sürdüren Dar’un Nedve’nin idare biçimi de demokrasi idi. Zira oraya ancak 40 yaşını doldurmuş kabile reisleri girebiliyordu. Bu kabile reisleri kendi kabilelerinin onayını alıyorlar, bu onay ile kabile temsilcisi olarak Dar’un Nedve’de yer alıyorlardı. Bu haliyle 1400 yıl önce varlığını sürdüren Dar’un Nedve bugünkü beşeri sistemlerin parlamentosu ile büyük benzerlik arzetmektedir.
Bugünkü parlamentolarla Dar’un Nedve arasındaki bir büyük benzerlik ise şudur: Mekkeli müşrikler Dar’un Nedve’de aldıkları kararlarla müslümanlara karşı büyük bir savaş açmışlar, onlarla amansız bir mücadele vermişlerdir. Aynı şekilde bugünde tüm dünyada bulunan çağdaş Dar’un Nedvelerde müslümanlara karşı büyük bir mücadele örneği sergilenmekte, insanlar sırf “Rabb’imiz Allah’tır” dedikleri için eziyet görmektedirler.
Kesinlikle bilmek gerekir ki; bundan 1400 yıl önce varlığını sürdüren Dar’un Nedve ile şu anki parlamentolar arasında hiçbir fark yoktur. Zira Dar’un Nedve’de kabile reisleri kendi isteklerine dayanan kanun ve hüküm çıkarıyorlar, bunlarla insanların idaresini yapıyorlar ve bu kanunları toplumlarının hayatlarına icra ediyorlardı. Zaten çağdaş parlamentolarda aynı minval üzere çalışmaktadır.
Mustafa Çelik bu konuda “Dar’ul Erkam Dar’un Nedve” çarpışması isimli eserinde şunları söylemektedir: “Bugün Dar’un Nedve çağdaş parlamento türünden devam etmektedir. Her müslüman bilmelidir ki; Dar’un Nedve insanların hayatını cüce ilahların iradesine bağlayan parlamentodur. Kısaca Dar’un Nedve insanların iradesinin Allah’ın iradesine tercih edildiği çağdaş müşriklerin bir parlamentosudur.” (Dar’ul Ekam Dar’un Nedve Carpışması, sy:85)
Bu noktada şunu da belirtmekte fayda vardır. Rasulullah (sav) hayatının ne risalet öncesi döneminde ne de risaletten sonraki döneminde kesinlikle bu Dar’un Nedve’ye girmemiş, onların hiçbir ilke ve maddelerini kabul etmemiştir. Dar’un Nedve’nin isteklerine karşı asla taviz vermemiş, onların isteklerini “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” temel ilkesiyle karşılamıştır. Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Bugün müslüman geçinen, kendilerini müslüman olarak isimlendiren, çağdaş Dar’un Nedve konumunda olan parlamentolara girip onların ilkelerini kabul edenlerin bu müslümanlık iddiaları ne kadar tutarlıdır? Bu konuda İslam’ın hükmü nedir?
Şimdi kısaca, yukarıda Dar’un Nedve hakkında bilgi verdikten sonra, çağdaş Dar’un Nedve konumundaki parlamentolarda milletvekili ya da bakan olarak görev almanın hükmü hakkında bilgi vermekte fayda vardır.
Bilinmesi gerekir ki, insanın yaratıldığı ilk günden bugüne kadar tevhid taraftarları ile şeytanın yandaşları arasında süregelen bir savaş mevcuttur ve bu savaşın temelini hakimiyet meselesi oluşturmaktadır. Bu savaşta şeytan ve yandaşları her daim hakimiyeti, idareyi ve yetkiyi ellerinde tutmak istemişlerdir. Nitekim aşağıda zikredeceğimiz ayetlerde bu gerçek çok açık bir şekilde görülmektedir:
“Firavun: -Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tugla imal et), bana bir kule yap ki, Musa’nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir.- dedi.” (Kasas Suresi 28/3
“Firavun: -Benden başkasını ilâh (otorite) tutarsan, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim- dedi.” (Şuara Suresi, 26/29)
Aynı şekilde risaletle gönderilen Muhammed (sav)’e Mekke ileri gelenlerinin son derece amansızca savaş açmalarının altında yatan en büyük etken, bu yeni dinin otoriteyi ve yetkiyi ellerinden alacağı ve sadece yüce Allah’a tahsis edeceği olmasıdır. Nitekim La İlahe İllallah çağrısını duyan bir bedevi bu gerçeği, şu şekilde dile getirmiştir:
“Vallahi Bu kelimeye karşı bütün ileri gelenler toplanacaktır.”
Buna karşılık tevhid dini olan İslam’ın asıl gayesi de hakimiyeti, otoriteyi, yönetme hakkını kulların elinden alıp sadece yüce Allah’a tahsis etmek olmuştur. Böylece kullar kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulacaklar, sadece yerlerin ve göklerin Rabb’i olan Allah’a kulluk edeceklerdir.
Allahü Teala kitabında kendisini hakim sıfatı ile sıfatlandırmış, hükmün, otoritenin, insanları yönetme hakkının sadece kendisine ait olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir. Aynı şekilde kendi hükmünün dışındaki hükümleri “cahili hükümler” olarak sıfatlandırmış, kendi hükmü ile hükmetmeyenleri de kafir, zalim ve fasık olarak isimlendirmiştir.
"Sizin Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yusuf Suresi, 12/40)
“...Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” (Kehf Suresi, 18/26)
“Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridir.” (Maide Suresi, 5/44,45,47)
Aslen hakimiyet ile uluhiyet (ilahlık) arasında sıkı bir ilişki vardır. Hakimiyet ilahlığın temel özelliklerindendir. Hakim olan ilah olandır. Hakimiyet yetkisi kimin elinde ise ya da kime verilmiş ise ilah olarak belirlenen de odur. Bakınız bu konuda büyük İslam şehidi Seyyid Kutub şöyle demektedir:
“Hakimiyet; insanları kul edinme hakkı ve onlara kanunlar koyma yetkisi... İşte bunlar ilahlığın temel özelliklerindendir. Allah’a inanmış birisi bunları kendisi için iddia edemeyeceği gibi, başkasının iddiasını da doğrulayamaz. Hakimiyet hakkı, insanları kendisinin koyacağı kanuna boyun eğdirme hakkıdır. Burada söz sahibi olduğunu iddia edenler ilahlık iddia etmektedirler.” (İslam Düşüncesi, sy.11)
Bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi adına burada yaklaşık aynı anlamı içeren iki ayetin tefsiri üzerinde durmakta fayda vardır:
“Firavun: -Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum (dedi)...” (Kasas Suresi 28/)
“ (Firavun) Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: Ben, sizin en yüce Rabb’inizim! dedi. “ (Naziat Suresi 79/23-24)
Bu iki ayette Firavun'un uluhiyet(ilahlık) ve rububiyet (rabb’lik) iddia ettiği açık bir şekilde belirtilmiştir. Acaba Firavun'un bu ilahlık ve rabb’lik iddiasının mahiyeti nedir? Bakınız büyük müfessir Fahreddin Er'Razi Firavun'un bu iddiasının, kendisinin göklerin, yerin, dağların, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıcısı anlamına gelmediğini, böyle bir iddianın ancak kendisinde delilik bulunan bir insandan sadır olabileceğini belirttikten sonra, Firavun'un bu ilahlık iddiasını şu şekilde yorumlamaktadır: "Hiç kimse üzerinde benden başkasına ait bir emir ve yasak koyma hakkı yoktur." (Tefsiri Kebir, 22/476)
Aynı ayetin tefsirinde Alusi ise şöyle demektedir: "Firavun topladığı kalabalığının içinde kalkıp hitap etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece kendisini halkı yönetenlerin hepsinden üstün tutmuştur." (Alusi, Ruh'ul Meani, 15/3
Ebu’l Ala El’Mevdudi firavun’un bu iddiasını “Bu Mısır ülkesinin sahibi benim. Tüm emir ve yasakların çıkış kaynağı ben kabul edilebilirim. Benden başka hiç kimse emir vermede yetkili değildir.” şeklinde tefsir ettikten sonra şunları eklemektedir:
“Firavun’un durumu peygamberler tarafından getirilen ilahi kanundan bağımsız olarak siyasi ve hukuki hakimiyet iddiasında bulunan devletlerin durumundan hiçte farklı değildir. Bu devletler, kanun koyucu, emir ve yasakları belirleyici olarak ister bir kralı görsünler, isterse millet iradesini... Ülkenin Allah’ın koyup Peygamberin tebliğ ettiği kanunla değil de kendi koymuş oldukları kanunlarla yönetilmesi durumunda Firavun’un durumu ile kendi durumları arasında hiçbir fark kalmaz.” (Tefhim’ül Kur’an, 4/184)
Elmalılı Hamdi Yazır ise ayette geçen bu ilahlık ve rablik iddiasını şu şekilde tefsir etmektedir: “Böylece Firavun hukuk ve hukuk koyuculuğu kendi yaparmış, ne isterse o olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak bir üst makam yokmuş gibi gösteriyor. Bu sebepten insanlar onun idaresine boyun eğmekten başka bir şey tanımasınlar.” (Hak dini Kur’an Dili, 6/87)
Yukarıda yazdığımız ayetlerden ve bu ayetlere ilişkin müfessirlerin yorumundan da açıkça anlaşılmaktadır ki “kim kendi hevasına göre yasama veya kanun koyma yetkisine sahip olduğunu iddia ederse, ancak ilahlık iddiasında bulunmuştur. Her ne kadar dili ile böyle bir iddia da bulunmasa da fiili olarak ilahlık yetkisine yeltenmiş olur. Bilinmelidir ki; hakimiyet yetkisini kendi üzerinde görerek ilahlık iddiasında bulunanlar ister halktan bir tabaka, ister halkın hepsi, ister bir parti ya da partiyi organize eden bir grup, isterse de bir kurul veya tek bir fert olsun değişmez. Bu iddia (kanun ve yasa çıkarma iddiasının parlamenterlerin elinde olduğu iddiası) Allah’ın kanun koyma yetkisine yeltenmektir ve şirktir. Sahibini dinden çıkarır ve tağut hükmüne sokar.” (Abdullah Azzam, Hakimiyet Mefhumu, sy: 5-6)
Malum olduğu üzere parlamento kanunların çıkarıldığı, yeni yeni hükümlerin ihdas edildiği bir kurumdur. Halk tarafından seçilen vekiller parlamento da Allah’ın indirdiklerini söz konusu dahi etmeden kendi görüşlerine göre yasa ve kanun çıkarırlar. İşte böyle parlamentolarda vekil ya da bakan olarak bulunmak İslam itikadını iptal eden bir tutumdur. Bundan ziyade böyle bir tavır açık bir şekilde rabb’lik ve ilahlık iddiasında bulunmaktan başka bir şey değildir. Her ne kadar bu kimseler dilleri ilerabb’lik iddiasında bulunmasalar da fiilleri apaçık bir şekilde rabb’lik iddiasıdır. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde Tevbe Suresi’nin 31. ayetini açıklarken yahudi ve hrıstiyanlarda rabblik meselesini anlattıktan sonra aynen şöyle demektedir: “Daha sonra bu rabb’lik imtiyazı, yahudi din adamlarının elinden çıkmış parlamenterlere geçmiştir.” (Hak dini Kur’an Dili, 4/320)
Fıkıh usulü üzerine güzel ve önemli çalışmaları olan Abdülkerim Zeydan hüküm koyma ve kanun çıkarma noktasında şunları söylemektedir:
“Tüm müslümanlar icma etmişler ki; kanun koyucu tek Allah’tır. Allahü Teala En’am Suresinin 57. ayetinde idare ve hükmün ancak kendisine ait olduğunu belirtmektedir. Bu esasa dayanarak diyoruz ki; Allah’ın şeriatından hariç yasama yapmak küfürdür. Çünkü Allah’tan hariç hiç kimsenin kanun koyma yetkisi yoktur.” (El’Veciz Fi Usul’ul fıkh, sy:69)
Bu noktada Allahü Teala şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa onlar cahiliye hükmünümü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?” (Maide Suresi 5/50)
Bu ayetin tefsirine geçmeden önce bir konu hakkında kısaca bilgi vermekte fayda vardır.
“Cengiz Han Tatarların kralı Onkhan’ı yendikten sonra doğu ülkelerinde bir devlet kurdu ve bu devleti için kanunlar yaptı. Bu kanunları ise “yasa” veya “yes’ak” ismini verdiği bir kitapta topladı. Daha sonra ise bu kanunları çelik levhalara işleterek onları kavminin uyacağı bir şeriat haline getirdi. Kavmi de bunlara uydu. Cengiz Han hiçbir dine bağlı değildi.” (Makrizi, El’Mevaid ve’l İ’tibar..., 2/120) (Demek ki Cengiz Han’da Laik imiş.)
Cengiz Han’ın bu kitabı hakkında El’Kal Kaşandi, Alaaddin El’Cuveyni’den şunları nakleder:
“Cengiz Han’ın ve kendisinden sonra çocuklarının bağlandığı din, Cengiz Han’ın koyduğu Yes’ak kanunlarıdır. Yes’ak ise, Cengiz Han’ın kendi kafasından uydurduğu kanunlardır. Bu Yes’ak içerisinde bir takım hükümler ve cezalar vardır. Bu hükümlerin çoğu İslam şeriatına muhalif idi. Ancak çok az bir kısmı Muhammed (sav)’in şeriatına uygundu. Cengiz Han koymuş olduğu bu kanunları “büyük yasa” olarak isimlendirdi ve bu kanunları bir kitapta topladı. Bu kanunları kendisinden sonra gelecek olan nesiller için miras olsun ve böylece her aile onları gerek kendileri öğrensin gerekse çocuklarına öğretsin diye kendisine ait bir kasada saklanmasını emretti” (El’Kal Kaşandi, Tarihi Fatihi’l alem... 1/62-63)
Cengiz Han’ın Yes’ak ismini verdiği anayasasındaki bazı hükümler şöyledir:
* İster evli olsun ister bekar olsun zina eden öldürülür.
* Lutiliğin (erkeğin erkekle ilişkisi) cezası ölümdür.
* Bilerek yalan söyleyen, sihir yapan, insanların gizli hallerini araştıran öldürülür.
* Ticaret yapsın diye kendisine mal verilen kimse üç kere zarar ederse öldürülür.
Bu kısa açıklamalardan sonra Maide suresinin 50. ayetinin tefsirine geçelim. Bu ayetin tefsiri hususunda büyük müfessir İbn-i Kesir şöyle demektedir:
“Allahü Teala, her hayrı kapsayıcı, her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip, bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ihtiva eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han’ın vaaz ettiği yes’ak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor. Yes’ak; Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları İslam’a girdikleri halde bu kitabı anayasa kitabı olarak görmeye devam ettiler. Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünnetini bir kenara atarak bu kitaptaki hükümlerle tatarlara hükmettiler. İşte böyle davranan kimseler kafirdir. Bunlarla büyük küçük her meselede yalnız Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farzdır.” (İbn’i Kesir Tefsiri, 2/67)
İbn-i Kesir’in bu açıklaması üzerine Said Havva şöyle demektedir:
“Allame İbn-i Kesir’in söylediği bu fetvaya karşı çıkan hiçbir alim tasavvur etmem. Biz aslen şunu açıkça söyleriz. Bir parti İslam nizamını terk ederse ya da kendi tüzüğüne küfür maddelerini katarsa veya hangi hükümet La İlahe İllallah kelimesine ters kanun ve dustur vaaz ederse biz onlara kafir deriz. Aynı şekilde kim de böyle hükümete yardım edip onları kollarsa biz ona da kafir deriz.” (El’Esasü Fi’Tefsir Maide Suresi 50. ayetin tefsiri...)
Ahmed b. Ali b. Atik en’Necdi bu ayetin tefsiri hakkında şunları şunları söylemektedir:
“Bunların misali, bugün bedeviler arasında aşiret meclisi dedikleri geleneksel, lanetlenmiş bir yasayı Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine tercih edenler gibidir. Bunların hepsiyle, Allah’ın şeriatına dönüp onunla hükmedinceye kadar cihad etmek zaruridir.” (Ömer Abdurrahman’ın Kelimet’ül Hakk isimli kitabından alıntı, sy:57)
Aynı ayetin yorumu üzerine Seyyid Kutub ise şöyle demektedir:
“İnsanlar ya Allah’ın şeriatı ile hükmederler. Onu kabul edip kendilerini ona teslim ederler ve Allah’ın dinine girerler. Veya kul yapısı bir sistemi tatbik ederler ve cahiliyet bataklığına düşerler. İnsanlar, kimin hükmünü tatbik ediyorlarsa, onun dinindendirler. Allah’ın değil… Cahiliyet hükmünün arandığı yerde Allah aranmaz… İlahi şeriatın terk edildiği yerde cahiliyet prensibi bulunur, yaşanan hayatta cahiliyet hayatı olur.” (Fizilal-il Kur’an Cilt : 4/269)
Seyyid Kutub Yusuf Suresi’nin 40. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir:
“Bir kimsenin Allah’ın şeriatını hükümsüz hale getirmesi, başka bir kaynağın hükümlerini tatbikata koyması, yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hakimiyet hakkı tanıyarak onun bu konuda söz sahibi olduğunu kabul etmesi... Evet sadece bu kadarı dahi bir kimsenin kafir olması için yeterli bir fiildir. Bir kere daha tekrarlamış olalım. Hakimiyet yetkisini kendi üzerinde gören bir kimse bu hareketinden dolayı Allah'ın dininden çıkmış olur. Aynı şekilde hakimiyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiasını kabul edenler de küfre girmişlerdir." (Seyyid Kutup Fizilal-il Kur’an Cilt : 8/403)
Yine seyyid Kutub İbrahim Suresi’nin sonunda “Put ve Purçuluk” başlıklı yazısında şöyle demektedir:
“Herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda bir takım idareciler ve din adamları, Allah’ın izin vermediği alanlarda kendi uydurdukları semboller adına yasalar, kanunlar, değer yargıları ve hareket biçimleri vaaz ediyorlarsa… İşte bunların hepsi içeriği ve görevi itibarı ile birer putturlar.” (Fizilal-il Kur’an Cilt : 9/89)
Beşeri sistemlerin icra edildiği parlamentolarda görev alma hususunda üstad Muhammed Kutub şöyle söylemektedir:
“Böyle parlamentolara girmek bazı kaymalara sebep olur. Davaya karşı büyük tehlike ifade eder. Öncelikle böyle parlamentolara girmek akideyi bozar. Bir müslümanın dini ona “Allah’ın şeriatı dışındaki tüm kanun ve yasaları reddet. Beşeri sistemlerin hepsi cahili sistemlerdir. Bu beşeri sistemleri kabul etme ve bunlara rıza gösterme” der. Buna rağmen bir müslüman, Allah’ın şeriatını reddeden kendi istekleri doğrultusunda kanun vaaz eden parlamentoda nasıl olurda onlarla oturur? Nasıl onlarla birlikte hükümet kurar? Bir müslüman nasıl onların ilkelerini kabul ettiğine dair söz verir ve yemin eder? Halbuki Allahü Teala kitabında şöyle buyurmaktadır:
“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa Suresi 4/140)
Bunların konuşması daima Allah’ın şeriatına muhaliftir. Zaten ondan başka konuşmaları ve çalışmaları yoktur. Ta ki kişi başka bir konuşmayı beklesin. Buna rağmen nasıl onlarla oturulur. Bazıları şöyle kendini kurtarmaya çalışırlar. “Biz oraya gideriz. İslam’ın sesini yüceltmek için, onları Allah’ın şeriatına göre hüküm vermeye çağırırız.” Kesinlikle bilinmelidir ki; bu gibi şeyler İslam akidesine apaçık terstir.” (Vakiuna El’muasır, sy:423)
Aynı konu üzerine Abd’ul Mun’im Mustafa Halime ise şöyle söylemektedir:
“Asıl tehlike parlamentoya girmek değil, asıl tehlike bazı kaymalar ki bunlar İslam’ın kabul etmediği akideyi bozan şeylerdir.
Birincisi: Parlamentoya giren milletvekili gayri islami sistemi kuracağına söz verir ve yemin eder. Bu apaçık akideyi bozan bir konudur. Zira zorlama olmadan küfür maddelerini kabul etmek imanı bozar. Bu kişilerin suçu hayatını tanzim etmek için tağutların mahkemesine başvuranlardan daha kötüdür.
İkincisi: Parlamentoya giren kişi Allah’ın dinine düşmanlık eden parti ve şahısların meşruluğunu itiraf etmeye mecbur kalır. Hangi parti oy çokluğuna sahip olursa memleketi o idare eder. Tüzük ve düşünceleri ne olursa olsun fark etmez. O partinin meşruluğunu kabul etmeye mecbur kalır. Malum bu kabuller imanı bozar ve yok eder.
Üçüncüsü: Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kafir hakimlere itaat etmektir ki, bu da vela ve bera akidesi ile resmen çelişmektedir.
Dördüncüsü: Tüm yapılan kanunlar çoğunluğa bağlıdır. Yani çoğunluk ne derse o olur. Çoğunluk helali haram, haramı da helal kabul ederse çoğunluğun dediği haktır. Bu da apaçık bir şekilde İslam akidesine terstir. Zira bu atmosferde şeriatın hükümleri ile tağutun hükümleri aynı konuma girerler. Çoğunluğun dediği olur deyip de Allah’ın hükmünden yüz çevirmek açıkça insanları iman dairesinden çıkarır. Velev ki bu suçu işleyen insanlar dilleriyle defalarca “ben müslümanım” dese de fark etmez.” (Hükm’ül İslam Fi Demokratıyye, sy: 92)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi hakimiyet ile uluhiyet (ilahlık) arasında sıkı bir bağ vardır. İlah, hüküm koyan, yasa vaaz eden, haram (yasak) ve helal (serbest bırakma) sınırlarını belirleyendir. Allahü Teala kendisinden başka hak ilahın olmadığı yegane ilahtır. Hüküm koyma, yasa vaaz etme, helal (serbest bırakma) ve haram (yasaklama) yetkisi tamamen O’na aittir.
Ne yazık ki günümüzde bu yetki tamamen Allah’ın elinden gasbedilmiş, insanlara tahsis edilmiştir. Bu yetkiye sahib olduğunu iddia eden bu batıl ilahlar, çıkardıkları yasalarla Allah’ın yasaklarını serbest bırakmışlar, yine Allah’ın emirlerini de yasaklamışlardır. Allahü Teala’nın şeytanın ameli olarak isimlendirdiği faiz bunların anayasalarına göre serbesttir ve ekonomilerinin temelini oluşturmaktadır. Yine Allahü Teala’nın haram kıldığı içki, kumar, fal okları, zina gibi tüm fiiller bu parlamenterlerin elleriyle serbest bırakılmıştır. Allahü Teala’nın kat’i bir emri olan tesettür ise aynı şekilde bunların elleriyle yasaklanmış, haram kılınmıştır. İşin üzücü tarafı ise, tüm bu cinayetleri işleyenlerin büyük bir kısmı kendilerini müslüman olarak isimlendirmektelerdir. Hatta kendilerini müslüman zanneden cahil halk yığınlarının reylerini alabilme adına her daim İslam’dan dem vurmaktalardır.
Aslında mesele gayet açık ve barizdir. Ancak saptırıcıların saptırmalarına bir nebze engel olabilme adına bu konu hakkında İslam alimlerinin görüşlerinden bazılarını yorumsuz olarak aktarmakta fayda vardır. Dileyenin Rabbine giden bir yol tutması niyetiyle...
“Din ile devlet işlerinin ayrılmasını yaygınlaştırmak isteyen devlet adamlarının ve yazarların bu düşüncesi, Kur’an ve sünnette açıklana hükümlerin Allah tarafından gönderildiğine iman ile bağdaşmaz. Aslında din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak, dini ortadan kaldırma planından başka bir şey değildir. Batıdan gelen veya batı bağlılarının ortaya attıkları bid’atlerin hepsi İslam’ı yıkmak, dini ortadan kaldırmak, müslümanları İslam’dan uzaklaştırmak içindir. Bu amaçla ortaya attıkları şeylerin en korkuncu ise din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak anlamına gelen laikliktir.
Laiklik hükümet tarafından halkın dinine indirilmiş bir darbedir. Oysa devrimler adet üzere halktan iktidara yöneliktir. Burada hükümetlerin halka rağmen, halkın aleyhinde devrim yaptığnı görüyoruz.
Laiklik ilkesini kabul eden bir siyasi rejim İslam hükümlerine başkaldırmış demektir. Dolayısı ile öncelikle bu hükümet irtidad etmiş, sonra da bu idareye itaat edenler tek tek mürtedleşmişlerdir. Siyasi idarede görev alanlar tek tek mürted hükmünü aldıkları (İslam dininden çıktıkları) gibi bu hükümete itaat eden kitlelerde irtidada düşmüş olurlar. Bu kestirmeden toplu küfre giriş kadar daha korkunç bir olay tasavvur edilemez.
Birimiz fert olarak İslam’ın her hangi bir hükmünü kabul etmediğimiz, dinin sultasını reddettiğimiz, helal ve haramdan, emir ve nehiyden birini inkar ettiğimiz takdirde küfre girmiş oluruz. Peki toptan Allah’ın sultasını, emir ve nehiylerini, helal ve harama ilişkin ölçülerini reddeden ve dolayısı ile kafir olduğu şüphe götürmeyen bir idarenin üyeleri hakkındaki hükmünüz ne olacaktır? Cevap… Yalnızca mürted ve kafir olmak değil midir? ” (Mevkıf’ül Akıl.... 4/280)
“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen, Allah’ın şeriatına ve Rasulullah’ın sünnetine taban tabana zıt kanun koyan, o kanunu uygun gören, destekleyip imzalayan kimseler kesinlikle kafir olurlar ve İslam milletinden çıkarlar. Allah’ın indirdikleri dışında kanun yapmak insanı kesinlikle dinden çıkarır. İslam’a zıt sadece tek bir kanunu dahi desteklemek, doğrulamak, imzalamak, parlamentonun hakkı değildir. Kim ki İslam’a zıt sadece tek bir kanunu dahi uygun görürse –erkek ve kadın eşittir gibi- İslam milletinden çıkar” (Abdullah Azzam, Hakimiyet Mefhumu)
“Kim insanların kanun ve yasaları Allah’ın kanun ve yasalarından daha üstün veya denktir derse o kafir olur. Kim Allah’ın hükümlerini terk edip yerine insanların kanun ve yasalarını tatbik ederse buna rağmen “Allah’ın hükümleri daha üstündür” dese bile küfürden kurtulamaz. Kafir olur.” (Abdulaziz b. Baz, Vücubu tahkim şer’i sy:11)
“Bu beşeri sistemlerin konumu güneş gibi açıktır. Küfrü nettir. Bunda kesinlikle hiçbir şüphe yoktur.” (Ahmed Şakir, Umdet’üt Tefsir 4/173)
“Allah’ın şeriatına ters kanun koyanların küfründe zerre kadar şüphe yoktur.” (Mahmud Şakir, Taberani Tefsirinin haşiyesi, 1/34)
“Çağımızda İslam şeriatını değil de, onun yerine insanların koymuş oldukları kanunları uygulamak, bugün küfrün en bariz örneklerindendir” (Abdulkadir Udeh, Teşrii’l Cinai, sy:196)
Bu alıntılardan da açıkça anlaşılmaktadır ki bugünün çağdaş Dar’un Nedveleri olan parlamentolara girmek, orada görev almak, apaçık bir küfürdür. Bundan ancak Allah’ın kalplerini mühürlediği, basiretlerini kapattığı kimseler şüphe ederler. Peki Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kenara atıldığı böyle parlamentolara vekil seçmenin, her 3-5 yılda bir sandık başlarına giderek rey vermek suretiyle onlara destekçi olmanın ve itaat etmenin İslam dinine göre hükmü nedir?
Öncelikle belirtmek lazım ki bilindiği üzere İslam La İlahe İllallah kelime-i tevhid cümlesine şahitlik etmekle başlamaktadır. Bu şahitliğin gereği ise; “Tek başına Allah’ın bu kainatı yaratanı ve hakimi olduğunu kabullenmeyi ifade eder. Hayatın bütün meselelerinde her türlü kulluk ve ibadet şekillerine hakim olan sadece O’dur. Kulların hayatına hükümler vaaz eden, insanların hayatla ilgili meselelerinde hükmüne boyun eğdikleri yegane rabb Allahü Teala’dır.”( Fi’Zilal’il Kur’an, 5/234) İşte bu şekilde tevhid kelimesine şahitlik eden bir ferdin yetki ve otoriteyi kesinlikle Allah’tan gayrısına vermesi söz konusu bile olamaz. Aksi bir hareket ise sahibini İslam dininden çıkarıp şirk dinene dahil edecektir. Bakınız bu konuda Said Havva şöyle demektedir:
“Yasama yetkisini Allah’tan başkalarına vermek şehadeti bozar. Yani kanun yapma yetkisini Allah’tan alıp insanlara veren kimseler dilleri ile ne kadar La İlahe İllallah deseler de boştur. Bu kimseler bu harekeleriyle dinden çıkmış olurlar.” (İslam, sy:83)
Bununla birlikte bu beşeri sistemlere ve sahiplerine itaat etmek de aynı şekilde Allah’ın kitabında şirk bir fiil olarak tanımlanmakta, böyle bir suça iştirak edenler ise müşrik olarak isimlendirilmektedir. Bilindiği üzere bu beşeri sistemlerin sahiplerine oy vermek onlara itaat edileceğine dair peşinen söz vermekten başka bir şey değildir. Bakınız bu konuda Allahü Teala şöyle buyurmaktadır:
“Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan (müşriklerden) olursunuz.” (En’am suresi 6/121)
Bu ayetin tefsiri üzerine Seyyid Kutub şöyle demektedir:
“...Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.”
“Yani siz, Allahü Teala’nın size emrettiği hususlardan yüz çevirip, şeriatını terkedip, başkasının sözüne uyarsanız, Allah’ın hükmünün yerine başkasının hükmüne koşarsanız... İşte bu yaptığınız şirk olur. Her kim bir insanın kendisinden uydurduğu hükümlere itaat ederse, bu hüküm çok küçük bir mesele de dahi olsa o şüphesiz müşriklerdendir. Müslüman olup ta böyle bir fiil yapan kimse İslam’dan çıkıp doğrudan doğruya şirke girmiş demektir. Ne kadar kelime-i şehadet getirirse getirsin, ne kadar dili ile “ben müslümanım” desin fark etmez. Madem ki o Allah’tan başkasının hükmüne uymakta, Allah’tan başkasının hükmüne itaat etmektedir, dili ile “ben müslümanım” demesi onun durumunu değiştirmez. Bu kesin hükmün ışığı altında bugün yeryüzündeki cemiyetlere baktığımız zaman tamamen şirk ve cahiliyyeden başka bir şey göremeyiz. Allah’ın koruduğu kitlelerden başka yığınlarca insanın şirk ve cahiliyyet bataklığı içerisinde yüzdüğüne şahit oluruz. Allah’ın muhafaza ettiği insanlar yeryüzünde ilahlık taslayan zalim putlara karşı gelir, zorlama dışında kalan hiçbir konuda onların hüküm ve şeriatına itaat etmezler.” (Fi’Zilal’il Kur’an, 5/416)
Bu ayetin tefsiri hususunda Kadı Ebu Bekir İbn’ül Arabi ise şöyle demektedir:
“Mü’min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müşrik bir kimseye itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur.” (El’Camiu Li Ahkam’il Kur’an, 7/147)
Mevdudi ise bu ayete yaptığı tefsir de şöyle demektedir:
“Allah’ın ilahlığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın dininden yüz çevirenlerin hükümlerini ve buyruklarını izlemek de şirktir. Allah’ın birliğini kabul etmek, hayatın tüm alanında Allah’a itaat etmektir. Allah ile birlikte bir başkasına da itaat edilmesi gerektiğine inanan kimse inanç açısından şirke düşmüştür. Haram ve helal koyma yetkisini kendi üzerinde gören böyle kişilere, Allah’ın yol göstericiliğini hiçe sayarak itaat eden bir kimse de ameli açıdan şirke girmiştir.” (Tefhim’ul Kur’an, 1/589)
İbn-i Kesir Tarihinde bu konu hakkında şöyle söylemektedir:
“Kim kaldırılmış şeriatlara muhakeme olup, Muhammed b. Abdullah’a nazil olan şeriatı terkederse muhakkak kafir olur. Acaba bu Yes’ak kanunlarına muhakeme olanın hükmü nice olur? Tüm müslümanların icması ile bunun küfründe şüphe yoktur.” (El’Bidaye Ve’n Nihaye, 13/118)
İbn-i Kesir’in bu yorumu üzerine Abdullah Azzam şöyle demektedir:
“Alimler bu konu üzerinde açık hüküm vermişlerdir. Hatta bazı alimler -Yes’ak kitabını eline alıp bu kitap ile hüküm verenler ve bu kitaba muhakeme olanlar muhakkak ki kafir olurlar- demişlerdir. Müslümanların Yes’ak mahkemesine gidenlerin küfrü hakkında şüpheleri yoktur.” (Hakimiyet Mefhumu, sy: 14)
Seyyid Kutub Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen idareleri ve bunların kanunlarını birer out olarak isimlendirdikten sonra bu konu üzerine şunları söylemektedir:
“Dilleri ile Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kulu ve rasulü olduğunu söyleyip bireysel davranışlarda, arınma, evlenme, boşanma ve miras gibi konularda Allah’ın vahyine tabii oldukları için kendilerini müslüman diye isimlendirenler, bununla beraber bunun dışındaki konularda Allah’ın kitabına göre şekillenmemiş kanun ve nizamlara itaat edenler… Allah kitabında izin vermediği halde Allah’ın kitabına muhalif olan yasalara ve kanunlara itaat edenler… İsteyerek veya istemeyerek bu çağdaş putlarının kendilerinden istedikleri görevleri yerine getirme noktasında tüm değerlerini feda edenler…. Bu kutsal değerleri ile çağdaş tağutların istekleri çeliştiği zaman Allah’ın emirlerini kulak arkası yapıp bu çağdaş tağutların emirlerini yerine getirenler… Evet, kendilerini müslüman ve Allah’ın dinine mensup zannedip de tüm bu fiilleri yapanlar, kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük bir şirk bataklığının içinde olduklarını görmek zorundadırlar.
Şirk ve müşriklik, rabb’lik noktasında Allah’tan başka bir rabb’in yaratan, rızık veren, öldüren vb. varlığına inanmakla ortaya çıkmaz. Allah ile beraber veya Allah’ın dışında başka rabb’lerin hakimiyetine inanmak da şirkin en bariz örneklerindendir.
O halde yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm insanlar, yaşantılarında yetkiyi kime verdiklerine, kime uyduklarına, kime itaat edip kime boyun eğdiklerine, kimin emrine uyup sözünü dinlediklerine bir baksınlar… Şayet tüm bu konularda sadece Allah’a itaat ediyorlarsa Allah’ın kendisinden razı olduğu dine, İslam’a mensupturlar. Yok şayet bu konularda Allah’tan başkasına tabii oluyorlarsa Allah korusun onlar tabii oldukları tağutların dinine mensupturlar.” (Fizilal-il Kur’an Cilt : 9/89)
Allahü Teala başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara; -bazı hususlarda size ileride itaat edeceğiz- demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.” (Muhammed Suresi 47/25-26)
İşte bu ayet günümüzde bu parlamenterlere rey verenlerin durumunu ne güzel ortaya koymaktadır. Zira bu ayette Allahü Teala dinden çıkıp mürted olanların dinden çıkışlarının sebebini onların Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere “bazı hususlarda size ileride itaat edeceğiz” demelerine bağlamıştır.
Evet… Allahü Teala bu ayetinde günümüzde, seçimlerde sandık başına giderek Allah’ın hakimiyet yetkisini gasb eden kimselere oy atmak suretiyle onlara yetki verenlerin durumunu ne kadar güzel bir şekilde ortaya koymuştur. Bu ayette dikkat edilmesi gereken iki husus vardır:
1-Allahü Teala bu ayette bu kimselerin mürted oluş sebebini yukarıda da belirttiğimiz gibi “... size ileride itaat edeceğiz” demelerine bağlamıştır. Yani onları mürted yapan etken Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere bizzat itaat etmeleri değil sadece, ileride itaat edeceğiz” demeleridir. Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere sadece itaat sözü vermek sahibini mürted ve kafir yaptığına göre onlara her konu da bizzat itaat eden kimselerin hali ne olur acaba?
2- Yine bu ayette bu dinden çıkış bu kimselerin “bazı hususlarda itaat edeceğiz” demelerine bağlanmıştır. Yani yüce Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayanlara sadece bazı hususlarda itaat sözü vermek dahi kişiyi İslam milletinden çıkarmaktadır. Aynı şekilde Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere hayatlarının bütün alanlarında itaat edenlerin hali ne olur acaba?
Bakınız bu ayetin tefsirinde Şeyh Muhammed Emin Şankıti ne demektedir:
“Bu ayetler Allah’ın indirdiklerinden nefret edenlere itaat edip onların batıl düşüncelerine destekçi olanların kafir olduklarını ifade etmektedir. Çağımızda bu ayetlerin ihtiva ettiği mana ve tehditleri bütün müslümanların düşünmesi zorunludur. Zira kendini müslüman zannedenlerin çoğu bu ayetlerin kapsamına girmektedirler. Çünkü doğudaki ve batıdaki tüm kafirler Allah’ın, Muhammed (sav)’e indirdiği kitabtan nefret etmektedirler. Kim bu kafirlere ayetin ifade ettiği gibi “bazı konularda size itaat ederim” derse bu ayetlerin tehdidinin altına girecektir. Tabi ki her konuda onlara itaat edenler daha çok bu ayetlerin mefhumuna girerler. Şu andaki beşeri sistemlere itaat edenler şüphesiz bu ayetin kapsamı altına girmektedirler. Dikkat! Dikkat! Bazı konularda size itaat ederim diyenlerden olma.” (Edva’ül Beyan, 3/383)
Şeyh Muhammed Emin Şankıti Kehf Suresi’nin 26. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir:
“Kur’an’ı Kerim’in naslarından açıkça anlaşılmaktadır ki, şeytanın dostları vasıtası ile koydurduğu, İslam şeriatına muhalif beşeri kanunlara tabi olanların kafir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kafir ve müşrik kimseler şüphe ederler.” (Edva’ül Beyan, 4/73-74)
Yine Şeyh Muhammed Emin Şankıti İsra Suresi’nin 9. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir:
“Rasulllah’ın getirdiği din ve şeriattan başkasına tabii olan kişi, kendisini İslam milletinden çıkaran apaçık bir küfür işlemiştir. İşte bu hüküm Kur’an’ın doğru yola ileten hükümlerindendir.” (Edva’ül Beyan, 3/439)
Sonuç olarak mesele gayet açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Her kim Allah’ın indirdiğini bir kenara bırakarak ne amaçla ve ne niyetle olursa olsun hevasından yasa ve kanun vaaz ederse apaçık bir şekilde ilahlık iddia etmiştir. İslam milletinden çıkıp şeytan ve dostlarının safını almıştır. Ve yine her kim ne amaçla ve ne niyetle olursa olsun bu batıl ilahlara zerre kadar meyleder, onlara tek bir konuda dahi itaat eder ya da itaat etme sözü anlamına gelen fiillerde bulunursa apaçık bir şekilde kâfir ve müşrik ismini alacaktır.
Hiç şüphesiz başında ve sonunda hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahstur.
Ekleme Tarihi: 05.06.2007 - 11:08
Bu mesajı bildir   ebubera üyenin diğer mesajları ebubera`in Profili ebubera Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1273 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
öfaruk (39), asi_61 (40), ÖZLEM AYDIN (41), musa84 (40), berhan (41), sirinyurt (40), medine_61 (40), müceddid-i sani (38), IBRAHIM_DK (35), barisefe78 (46), Abdülcelal71 (53), aysenur_vural (44), kilian222 (40), hms (41), nazmiye (36), diner (40), lebbeyk (45), crazy (40), kantarcý (56), yasaryasamaz (43), kalender 35 (45), lahika (41), akkaya (44), abdullah k (32), alisaki (44), mdemirci (49), ilhan_olmez (44), pervin (57), a.karakaya (55), efnan_061 (39), sonnur61 (41), achmoooo (35), mclav232 (38), alperenercan (41), birmurat (48), mad_hearts (41), yasarpekgoz (46), Os_LeADeR (41), yunus_ayyildiz (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.63966 saniyede açıldı