0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » İBRET TABLOLARI » BİR DOKUN BİR AH EŞİTME

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 1 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
vuslat su an offline vuslat  
BİR DOKUN BİR AH EŞİTME

29 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 19.11.2005
En Son On: 21.01.2006 - 18:29
Cinsiyeti: ----- 
Bir an gözlerinizi kapatın; elbette göremeyeceksiniz. Burnunuzu kapatın; kokuları hissedemeyecek ve hava alamayacaksınız. Kulaklarınızı tıkayın; sesleri işitemeyeceksiniz.

Dilinizi ve damağınızı içeceklere ve yiyeceklere kapattığınızda da, tat alma duyusundan kendinizi kasıtlı olarak mahrum edebilirsiniz. Görmek, koklamak, işitmek ve tatmak gibi dört temel duyumuzu tatile göndermek elimizde.

Peki ya beşinci duyumuz? Dokunma duyumuzu da tatile gönderebilir miyiz? Varlığını en çok elimizde, parmak uçlarımızda hissettiğimiz dokunma duyusuna tatil yaptırmak ise pek elimizde değil. Bu yazının yazarı olarak şu anda ben bir bilgisayar klavyesinin tuşlarına dokunuyorum. Bu kasıtlı bir dokunma; istersem şimdi klavyeye dokunuşuma ara verebilirim. Ancak dokunma duyuma ara vermem mümkün değil; çünkü sadece elimde, avucumda değil dokunma duyum, parmak uçlarımdan çok ötelerde ve derinlerde yatıyor. Şu dünyaya etten kemikten bir bedenle buyur edilmiş bir canlı olarak, birşeye dokunmadan edemiyorum. Yerçekimine mahkûm olarak mutlaka bir zemine basmak durumundayım, bir yere tutunmak zorundayım, mutlaka birşeye temas etmem gerekir. Uzay boşluğunda asılı kalıyor olsam da en azından hava ile temas hâlinde olmalıyım.

Dokunma duyum diğer duyularda olduğu gibi, belirlenmiş bir organ üzerinden gerçekleşiyor değil. Bütün bedenimi kaplayan ince bir deri tabakası üzerinde gerçekleşiyor. İnsan cildi, bu anlamda, ‘dokunma duyusu’nun kapısı olarak bir organ tanımını hakeder herhalde. Ne var ki, kulağımızın, gözümüzün, burnumuzun, dilimizin aksine, cildimize belli bir biçim çizemeyiz. En azından her sabah aynada yüzümüzü seyrederken baktığımız o tanıdık simada, bizi ‘biz’ yapan tüm detaylarda ilk gördüğümüz bu organımızdır; elimizde avucumuzda olan herşeye ‘bu benimdir’ dedirten yakınlık duygusunu yaşatan bu organımızdır, ayaklarımızın altında gezdirdiğimiz yine bu organımızdır. Dokunma organımız, cildimiz, hiçbirşeyimizdir ama herşeyimizdir. En çok gördüğümüz, en az farkettiğimiz organımızdır. Cildimiz her yerdedir ve hiçbir yerde değildir.

Dokunma organımızı ne kadar az farkettiğimizi, ne kadar zor tanımladığımızı bir kenara bırakalım ve dokunmanın bize ettiğine bir bakalım. Dokunmak, varlığımızı bize ilk farkettiren duyumuzdur. Dokunmak, ‘kendi’mizi ‘öteki’nden, ‘başkası’ndan ayırıp tanımlayan, ‘öteki’nin ve ‘başkası’nın varlığını en kesin biçimde hissettiren duyumuzdur.

Cildimiz nasıl tüm bedenimizi kaplayan tanımsız bir organ ise, dokunmak da varoluşumuzu bize kavratan ilk ve son deneyimimizdir. Bu varlık âleminde bir ‘kan pıhtısı’ olarak ağırlığımızın hissedildiği ilk zamanlarda, önce rahimlere ‘tutunmuş;’ sonra dokunmaların en şefkatlisinin ortasına, ana kucağına düşmüştük. Bu varlık âleminden uçup gittiğimiz son ânımızda da, dokunma duyumuzu en yoğun yaşadığımız elimiz çözülür, avucumuz boşta kalır, tenimiz soğur; insan sıcağını yitiririz, varoluşla temasımızı kaybederiz. Hayatımızın bu iki ‘dokunaklı’ dokunuşu arasındaki serüvenimizin sahnesi cildimiz olur. Bu arada, hayat boyu, nice fiilimiz, cildimiz üzerinde sembolleşir.

Dokunma duygusu ciltte başlar, ama ciltte bitmez; cildin inceliğinin aksine tarifsiz bir duygusal derinlik taşır. Öyle ki, sırf insan eli değdi diye kimi eşyanın değer kazandığı olur; bunun tersi ise geçerli değildir: Yani, hiçbir eşya insana temas etmekle insana değer katmaz. Modern zamanların eşya düşkünlüğü bu gerçek ışığında anlamsızlaşır ve alçalır. Bir ipeğe dokunuştaki sır, insanın ipeğe atfettiği kıymetten gelir; oysa ipek, ipek giyene birşey katmaz. Bir incinin insan tenine dokunuşu, inciyi anlamlı, önemli ve değerli kılar; ancak inci bir gerdanlık insanı önemli kılmaz. Kısacası, kendimize değer atfetme adına, kendimizi önemli sayma adına sürekli eşyaya yönlendirilen dokunma duyusu maddî hırsların boyunduruğuna girecek kadar zavallı olmadığı gibi, soğuk metal yüzeylerin yüzünde yağmalanacak kadar ucuz da değildir. İnsan dokundu mu ruhuyla dokunur; ve ruha dokunur.

İnsan cildi kendinden umulmayan bir derinlik taşıyor açıkçası. Bu sırdandır ki, oğullar, babalarının omuzlarına ‘babacan’ bir dokunuşuyla hayatın sarp yolları için enerji toplar. Kızlar, analarının sarılışında söylenmemiş en tatlı sevgi sözlerini, dile gelmeyen en güzel tavsiyeleri duyarlar. Arkadaşlar musafaha ederek destek verirler birbirine. Hastasının nabzını tutan kadim hekimler, onun hem bedeninde, hem ruh ikliminde olup bitenleri el yordamıyla hissederler. Fiziksel temas, kimyasal ilaçlardan da, modern teşhis yöntemlerinden de muğlak ama daha çabuk hissedilen ve izleri silinmeyen sihirli birşeydir. Belki bunun için olsa gerek, tıp ne kadar modernleşse de, hasta-hekim ilişkisinin insan insana olan yanını asla terketmiyor. Tababetin ilk ve vazgeçilmez pratiği ‘palpasyon’ ve ‘perküzyon,’ yani dokunmanın teknikleri her tıp öğrencisine iyiden iyiye belletiliyor.

Öte yandan, dokunmanın ilim dünyasında yeni yeni farkedilen başkaca hikmetleri var ki, bunlar üzerinden, ‘hands-on’, yani ‘el teması’ tedavileri geliştiriliyor şimdilerde. Refleksolojiden biyoenerjiye kadar uzanan onlarca alternatif tedavide elle dokunmanın şifalı etkisi gündeme geliyor. Örneğin, The Alchemy of Love and Lust (Aşkın ve Arzunun Simyası) adlı kitabın yazarı Theresa L. Crenslaw, modern insanın ‘dokunma açlığı’ndan söz açıyor. Dokunma açlığının bedelini insanlar depresyon, stres, kaygı ve hatta fiziksel rahatsızlıklarla ödüyorlar. Ki, dokunma yoksunluğunda kaybettiklerimiz, dokunmayla kazandıklarımız konusunda az da olsa bir fikir veriyor.

1930’larda yapılan bir araştırma prematür bebeklerin dokunmayla çok şey kazandığını ortaya koydu. Daha sık elde tutulan ve kucağa alınan bebeklerde ölüm oranı üçte iki azalmıştı. Şimdilerde minik ve zayıf bedenlerin cılız nefeslerini alıp verdikleri Yenidoğan Yoğun Bakım Birimlerinde görevli sağlık personeline bebeklere düzenli olarak dokunmaları, masaj uygulamaları tembihleniyor. ‘Dokunulan’ bebekler, dokunuldukları sırada, stres davranışlarını (yumruğunu sıkmak, yüzünü kırıştırmak gibi) daha az gösteriyorlar.

Miami Üniversitesi Dokunma Araştırmaları Enstitüsü direktörü Tiffany Field’in anlattıkları ise, dokunmanın beşikten mezara kadar hayatımızın her evresinde onarıcı etki yaptığını açıkça ortaya koyuyor. “Sokaklarda görmeye alıştığımız saldırganlığın çoğunun temelinde, yeterince dokunulmamak var” diyor Field. Örneğin, öğrenciler ve öğretmenler arasındaki sırtını sıvazlamak, başını okşamak gibi temaslar azaldıkça, okullarda saldırgan davranışların arttığına dikkat çekiyor kendisi.

Field’in başkanlık ettiği enstitünün yürüttüğü 60’a yakın çalışmada dokunma ve masajın astımdan, dikkat bozukluğuna, kanserden şekere kadar çok değişik durumlar üzerindeki etkisi araştırılıyor. “Artık genel bir etkiden söz edebiliriz” diyor Field. Masaj sırasında, hastanın kalp atımı yavaşlıyor, kan basıncı düşüyor. Beden stresli durumdan rahat ve gevşek bir moda doğru kayarak, stres hormonları azalıyor, bağışıklık sistemi güçleniyor.

Dokunmanın olumlu etkileri sadece bedende kalmıyor. Dokunmalar sonrası gelen rahatlama dönemlerinde beyin fonksiyonları da hızlanıyor. Kırk kişi üzerinde yapılan bir çalışmada 10 dakikalık masajdan sonra insanların matematik yeteneklerinin geliştiği görülmüş. “Bütün bunları gördükten sonra,” diyor Field, “her gün yemek ve egzersizlerin yanısıra belli dozlarda dokunmaya da muhtaç olduğumuza inanmaya başladım.”

Bu araştırmalar, İsa aleyhisselamın ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hastaları dokunmak suretiyle tedavi ederken, henüz yeni farkettiğimiz bu gerçeğe işaret ettiklerini akla getiriyor. Ki, yapılan araştırmaların gösterdiği üzere, dokunma, bedenimizde en başta endorfinler olmak üzere, çok sayıda hormonların düzeylerinde bir hareketliliğe neden oluyor. Endorfinler, vücut içinde salgılanan bir tür doğal ‘ağrı kesici’dir. Bilim adamları, hastanın sırtını sıvazlamakla, nabzını tutmakla, elini kavramakla ağrı ve sancıların hafiflemesini, en azından daha çekilir hâle gelmesini şimdilik bu somut verilerle açıklıyorlar. İnsan-insan dokunuşunda ortaya çıkan pozitif duygusal enerji henüz laboratuvar verileri olarak kaydedilemiyor olsa da... Dokunmayla yükselen bir diğer hormonun adı ise, oksitosin. Oksitosin, doğum kasılmalarını başlatan hormondur. Bebek doğduktan sonra, emzirme sırasında oksitosin yükselir, anne-bebek arasındaki duygusal bağlılığın tensel temelleri atılıyor.

Hakîm ve Rahîm olan Rabbimizin dokunma denilen duyumuza yüklediği bu hikmetleri gördükçe, insanın meşhur bir sözü tersine çeviresi geliyor doğrusu: Bir dokun ki, bin ah işitme!
Ekleme Tarihi: 23.11.2005 - 18:25
Bu mesajı bildir   vuslat üyenin diğer mesajları vuslat`in Profili vuslat Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1563 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
bahar61 (48), ebrar22 (52), muzo 02 (53), abdulberr (57), Sakarya5461 (54), canan85 (39), Abdulkadir056 (27), Alaaddin_E (51), betus86 (38), zeynepcik (41), halebi (40), ammarh. (58), hatice gönül (39), karamurad (57), erens (42), ZeYD-CaN (37), pazarci (40), bkaya85 (39), can38 ()
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.60810 saniyede açıldı